Türk tarihinin paha biçilmez hazineler

Prof. Dr. Hüseyin Yurttaş'ın açıklaması Türk tarihinin paha biçilmez hazineleri: Kümbet ve türbeler - Tarih boyunca Anadolu'nun en önemli yerleşim alanlarından Erzurum 'da Saltuklular, Anadolu Selçuklu Devleti, İlhanlılar ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında yapılan kümbet ve türbeler, ait oldukları döneme ait taş süsleme ve estetik anlayışının en değerli eserleri arasında yer alıyor - Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hüseyin Yurttaş: - "Nerede türbe görürseniz anlayın ki orada Türkler vardır. Kümbet ve türbeler geçmişe ışık tutmak açısından önemli yapılardır"ERZURUM (AA) - FAHRETTİN GÖK - Erzurum 'da Saltuklular, Anadolu Selçuklu Devleti, İlhanlılar ve Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde yapılan 20 civarında nadide kümbet ve türbe, Türk tarihinin paha biçilmez hazineleri arasında bulunuyor.Bölgeler arası ulaşım imkanlarının yanı sıra su kaynakları ve tahıl üretimi için müsait ovalarıyla Anadolu'nun en önemli yerleşim alanlarından Erzurum , önemli tarihi yapılarıyla dikkati çekiyor.Yörede hüküm süren Saltuklular, Anadolu Selçuklu Devleti, İlhanlılar ve Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde yapılan ve bugüne ulaşan en önemli eserlerin başında kümbet ve türbeler yer alıyor.Kentin farklı noktalarında yer alan Üç Kümbetler ile Habib Timurtaş Baba, Rabia Hanım, Cimcime Hatun, Karanlık ve Gümüşlü'nün de aralarında bulunduğu çok sayıda kümbet ve türbe, ait oldukları dönemin taş süsleme ve estetik anlayışının örneklerini barındırıyor.Yapımlarına 13'üncü yüzyılda başlanan bu tarihi yapılar arasında kentin sembollerinden kabul edilen, Yakutiye ilçesindeki Selçuklu eseri Çifte Minareli Medrese ve kümbeti ise Anadolu'nun önemli eserleri arasında yer alıyor.Kentteki tarihi yapılar, her yıl on binlerce yerli ve yabancı turist tarafından ziyaret ediliyor.


Türk tarihi ve geleneklerinde önemli yer tutan kümbet ve türbeler, misafirlerini adeta geçmişten bugüne uzanan bir yolculuğa çıkarıyor. - "Üç Kümbetler, kentin Türk dönemine ait ilk eserlerinden"Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hüseyin Yurttaş, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Erzurum 'da Türk dönemine ait ilk eserlerin Saltuklulara ait olduğunu, "Üç Kümbetler" şeklinde anılan mezar anıtlar topluluğunun bir bölümünün bu dönemde yapıldığını belirtti. Bu alandaki Emir Saltuk Türbesi'nin Anadolu türbe mimarisinin ilk ve nadide örneklerinden olduğunu anlatan Yurttaş, "Mezar anıtı mimarisi itibarıyla Emir Saltuk Türbesi gibi Anadolu'da başka bir yapı yok. Daha sonra Anadolu Selçuklu türbe mimarisi olarak değerlendirebileceğimiz bir mezar anıtı yapma geleneği oluşmuş." dedi. Karanlık ve Gümüşlü kümbet, Rabia Hanım, Cimcime Hatun türbelerinin İlhanlılar döneminde 14'üncü yüzyılda inşa edildiğini bildiren Yurttaş, ardından Osmanlı döneminde türbe mimarisinin ön plana çıktığını dile getirdi. - "Nerede Türbe görürseniz anlayın ki orada Türkler vardır"Kümbetlerin mezar anıtları olduğunu, türbelerin de şekil ve mimari itibarıyla yapım dönemlerine ait farklılıklar barındırdığını belirten Yurttaş, şunları kaydetti:"İslamiyet her ne kadar mezar üzerine yapı yapmayı hoş görmemişse de bir gelenek de var. Nerede türbe görürseniz anlayın ki orada Türkler vardır. Kümbet ve türbeler geçmişe ışık tutmak açısından önemli yapılardır. Türkiye'de vatandaşlar mezar anıtlarına son derece saygılı yaklaşır. Camiye belki zarar verebilir, medreseye zarar verebilir, bir başka yapıya zarar verebilir ama bir saygı veya belki korku ifadesi de olabilir, mezar anıtlarına pek fazla el değmemiştir. Türk halkı çok saygılıdır ve bu yapıları gezerken de büyük bir huşuyla gezer.
Kaynak

Atatürk Ve Cumhuriyet Detaylı Anlatım

Prof. Dr. İsmet Giritli
Atatürk Araştırma Merkezi Bilim Kurulu Eski Üyesi



29 Ekim, 29 Ekim 1923'te ilân edilen cumhuriyetimizin yıl dönümüdür. Millî Mücadele sırasında “Cumhuriyet” fikir ve ideal olarak yaşamış, Cumhuriyete yönelme bir amaç olmuştur. 23 Nisan 1920'de TBMM toplanmış, fakat Cumhuriyetin ilânı Millî Mücadele'nin tamamlanmasından sonraya kalmıştır. 29 Ekim 1923'te ilân edilen Cumhuriyet, kademe kademe içerik bakımından da demokratik nitelik kazanan gelişmeler göstermiştir.

“Cumhuriyet” kelimesi dilimize Arapça “halk”, “büyük kalabalık” kelimesinden gelmiştir. Bu kelimenin Fransızca karşılığı “La Republique”, İngilizce karşılığı “The Republic” olup, “kamuya ait şey”, “kamu malı” anlamına gelen Latince “Res Publica” kelimesinden türemiştir.


Kısaca Cumhuriyet halkın yönetimidir. Cumhuriyeti yaşatacak tek güç, politikacının ve yurttaşın siyasal ve ahlaki değerine dayanan “kamu yaran” düşüncesidir. Bu yönü ile cumhuriyet bir kişi ya da zümre yararına değil, kamu yararına dayanan ve kamu yararına göre yönetilmesi gereken devlet şeklidir. Eski Yunan şehirlerinde ve Orta Çağlar'daki “Venedik” ve “Ceneviz” Cumhuriyetlerinde yöneticileri, bir avuç ayrıcalıklı kimseler seçtiği halde, modern çağlarda seçim hakkı bütün vatandaşlara tanınmış, yani “Aristokratik Cumhuriyet”, “Demokratik Cumhuriyet”e dönüşmüştür. Günümüzde, Orta ve Güney Amerika'daki askerî ve cunta diktatörlükleri ile Marksist-Leninist teoriye dayanan Çin Halk Cumhuriyeti ise batılı ve modern anlamda demokratik cumhuriyetlerin özelliklerini taşımazlar. Çünkü çağdaş cumhuriyet bir sınıfın ya da zümrenin değil, Türkiye Cumhuriyeti gibi halkın egemenliğine dayanan “Demokratik Cumhuriyet”tir.

Osmanlı düşünürlerinin, Osmanlı Devletinin batmaktan kurtarılması amacını güden fikirlerinde esas hedef Cumhuriyet değil, “Meşrutî Monarşi” olmuş, Fransız İnkılâbı'nın fikrî ürünü olan ve “istibdat ve baskıya karşı insan kişiliğine değer veren Cumhuriyet” ancak Osmanlı Devletinin yıkılışı ile birlikte aranılan rejim olmuştur. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Cumhuriyet fikrinin Mustafa Kemal tarafından ilk defa kuvvetle ortaya atılmasında Fransız İnkılâbı'nın etkisi olduğunu söylemekte, Münir Hayri Egeli, daha 1906'da Atatürk'ün en beğendiği devlet şekli olarak Cumhuriyeti dile getirdiğini yazarken, Mazhar Müfit Kansu, Mustafa Kemal'in henüz Erzurum Kongresi açılmadan, zamanı gelince hükümetin şeklinin Cumhuriyet olacağını kendisine söylediğini “Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber” eserinde anlatmaktadır. Sivas Kongresi'nden sonra İngiliz Amirali de Robeck, Lord Curzon'a gönderdiği raporda, Türkiye'deki gelişmelerin bir Cumhuriyet'e doğru yöneldiğini yazmakta, İngiltere'nin 14-21 Kasım 1919 tarihli İstanbul'daki istihbarat teşkilâtının haftalık raporunda, kararları beğenmezse, Anadolu'daki Milliyetçilerin Cumhuriyet ilân edeceği bildirilmektedir.


Bilindiği gibi 12 Ocak 1920'de İstanbul'da toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi, Misak-ı Millî'yi ilân edip, 16 Mart 1920'de işgal kuvvetlerinin tehdidi sonucu dağıtılınca, Mustafa Kemal 23 Nisan 1920'de Ankara'da olağanüstü yetkilerle Millet Meclisi toplayarak, 20 Ocak 1921 tarihli Anayasa'da millî egemenlik prensibi ilk defa açıkça ilân edilmiş, bu ise Prof. Ali Fuat Başgil'in deyimi ile reisicumhursuz bir Cumhuriyetin kurulması anlamına gelmiştir. Lozan'da Türk milletini, Millî Mücadele'yi yapan TBMM hükümetini temsil etmesi için Meclis, 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırmış, 11 Ağustos 1923'te toplanan İkinci Meclis 24 Temmuz 1923'te imzalanmış olan Lozan Barış Antlaşması'nı tasdik etmiş, 13 Ekim 1923'te Ankara'yı başkent ilân etmiştir.

Mustafa Kemal'in 22 Eylül 1923'te, “Wiener Neue Freie Presse” muhabirine verdiği demeçte, ilk defa “Cumhuriyet” kelimesini ortaya atmasının ülke içinde ve dışında büyük yankısı olmuştur. 28 Ekim 1923 günü Mustafa Kemal arkadaşlarına “Yarın Cumhuriyet ilân edeceğiz.” diyerek, 20 Ocak 1921 Anayasası'nı bu yönde değiştiren taslağı hükümet bunalımına çare bulamayan Halk Fırkası'na sunar. Fırka'nın aldığı karan da 29 Ekim akşamı TBMM'ye sunmuş, tasarı oybirliği ve “Yaşasın Cumhuriyet” sesleri ile kabul edilirken, Mustafa Kemal 158 üyenin oybirliği ile Cumhurbaşkanlığı'na seçilmiştir. Görülüyor ki Cumhuriyetin ilânı, tarihî gelişmenin ve millî egemenlik ilkesinin uygulanışının sonucu olmuş ve kademe kademe bütün vatandaşların yararlandığı ve katıldığı demokratik siyasî rejime dönüşmüştür.

Atatürk İnkılâpları'nın en büyüğü; millî egemenliğe dayalı, tam bağımsız, millî, çağdaş ve lâik Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmasıdır. Bu nedenle Amerikalı meslektaşımız Prof. Dankward A. Rustow, bir makalesine “Atatürk as Founder of State- Devlet Kurucusu Olarak Atatürk” başlığını koymuştur. Hiç şüphe yok ki T.C sömürgecilikten kurtulmuş bazı Asya ve Afrika toplumlarında olduğu gibi yoktan var edilen tarihsiz ve köksüz bir devlet değildir. Çünkü Türk milletinin gerilere uzanan köklü bir devlet geleneği olduğu gibi, yıkıntıları üzerinde TC'nin kurulduğu Osmanlı İmparatorluğu 600 yıllık tarihinde çok yüksek askerî ve siyasî düzeye ulaşmış, çağının en güçlü devletleri arasında yer almıştır.

Ancak T.C.'nin doğuşunda bu zengin mirası görmezlikten gelmek ne kadar yanlışsa, yeni devletini Osmanlı İmparatorluğu'nun bir devamı sanmak o kadar yanlıştır-. Kısaca; Osmanlı İmparatorluğu'ndan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçişte, değişim unsurları ile süreklilik unsurları bir arada bulunmaktadır. Gerçekten Türkiye Cumhuriyeti'nin yapısında ülke ve insan topluluğu unsuru bakımından değişiklikler olmuş ve çok milletli imparatorluktan millî devlete geçilmiştir. Başka bir deyimle imparatorluk, bazen Osmanlılık bazen İslâmlık bağlarından yardım ummuş ve fakat bunu başaramamış çok milletli bir devlet oluşuna karşılık, T.C. insan unsuru Türk milletine dayanan tam anlamı ile yeni bir devlettir.

29 Ekim 1923 tarihi; yarı-bağımsız Osmanlı İmparatorluğu'ndan tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti'ne geçişi ifade eder. Çünkü Avrupa siyasî çevrelerinde Osmanlı İmparatorluğu'nun son yüzyıllarda “hasta-adam” olarak anıldığını ve “doğu sorunu” adı altında mirasının nasıl paylaşılacağının açıkça konuşulduğunu biliyoruz. Atatürk'ün İzmir İktisat Kongresi'ni açış konuşmasında dediği gibi, “Bir devlet ki kendi tebaasına koyduğu vergiyi yabancılara koyamaz, gümrük resimlerini düzenlemekte yasaklanmış ve yabancılar üzerinde yargı hakkını uygulamaktan yoksun ise, böyle bir devlete bağımsız denilemez”. Bu nedenle Atatürk'ün ısrarla vurguladığı iki ilkeden biri, tam bağımsızlık diğeri ise; millî egemenliktir.

Evet, saltanatın yerine cumhuriyete geçiş kişisel egemenlikten millî egemenliğe geçiştir. Esasen TBMM saltanatın kaldırılışından önce, 20 Ocak 1921 Anayasası ile, millî egemenlik ilkesini açıkça ilân etmiştir. Çünkü çağdaş toplum ve devlete yakışan yönetim ancak millî egemenliğe dayalı yönetim olabilir. Mustafa Kemal saltanatın kaldırılması görüşmelerinde şunları söyler: “Cihan tarihinde, bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osman devleti tesis eden Türk milleti, bu defa doğrudan doğruya, kendi nam ve sıfatında bir devlet kurmuştur. Millî mukadderatını eline alarak, millî saltanat ve egemenliği bir şahısta değil, milletçe seçilmiş vekillerden meydana gelen mecliste temsil etmiştir. Kısaca yeni Türk devleti “eşhas devleti” değil, “halk devleti”dir. Millî egemenlik bütün kişisel yönetimlere karşıdır. Türkiye Cumhuriyeti'nde tacidar yoktur, diktatör yoktur ve olmayacaktır. Devletin başında tek bir kuvvet vardır o da millî egemenliktir”.
Kaynak