Önemli Tarihi Kişiler Hakkında Bilgiler


Dünyada bir çok yararlı işler yapmış tarihi kişiliklerin yaşamları da sahip oldukları şöhret kadar bazen ilginç bilgilerde olabiliyor. Elvis Presley'den tutun Albert Einstein'a, ünlü dahi Nikola Tesla'ya kadar dünyaya mâl olmuş önemli tarihi kişilikler hakkında hiç bilmediğiniz bilgilere sahip olacaksınız. Yüksek IQ seviyesinde ki bu bilim adamları ve tarihin akışını değiştiren büyük düşünürler ile tanışacaksınız.

Nikola Tesla hakkında bilgiler

Osmanlı Padişahlarının Hiç Bilmediğiniz İlginç Özellikleri


600 yıllık Osmanlı tarihi 36 farklı padişahın yönetimine tanıklık etti. Tarih derslerimizde bu insanların yaptıkları büyük icraatlar anlatılıyor fakat birşey unutuluyor. Bu padişahların her birinin farklı özellikleri, farklı ilgi alanları vardı. İşte tarihin biraz daha özel hayat kısmı diyebileceğimiz, bazı Osmanlı padişahlarının pek bilinmeyen özellikleri. Osmanlı padişahlarının hiç bilinmeyen ilginç özellikleri Osman Gazi Güreşe çok meraklıydı, askerleri ile antremanlar sırasında güreştiği bilinmektedir. Bunun yanında gönlü bol bir insandı. Orhan Gazi Orhan Gazi iyi bir padişah aynı zamanda iyi bir seyyahtı. O dönemde Osmanlının yüz civarında kalesi bulunuyordu. Orhan gazi zamanının çoğunu bu kaleleri teftiş etmek ve dolaşmakla geçirirdi. Yıldırım Beyazıt Asla geri adım atmayan, sinirli, insanların tedirgin olduğu bir padişahtı. Ata binmek ve silah kullanmak konusunda çok maharetliydi. Ayrıca Osmanlı devletinde şiir yazdığı bilinen ilk padişahtır. süs havuzları çok hoşuna giderdi.

 Fatih Sultan Mehmetten önce İstanbulu kuşatsa da alamamıştır. 1. Mehmet Henüz şehzadeliği esnasında tüm diyara güreşte olan mahareti ile nam salmıştı. Avcılık konusuna aşırı derecede ilgiliydi. Nitekim bir av esnasında yaban domuzu kovalarken attan düşüp vefat etmiştir. Fatih Sultan Mehmet Devlet işlerinden arta kalan zamanı sarayın bahçesinde ağaç, sebze ve çiçek yetiştirmekle geçirirdi. Okçuluğa özel ilgisi vardı bu yüzden Savaş alanlarında ve eğitimlerde okçu birliklerine özellikle önem gösterirdi. Yavuz Sultan Selim Savaşçı kişiliği ile ön plana çıkan Yavuz Sultan Selim yeniçeri geleneklerine bağlı bir padişahtı, bu yüzden diğer padişahlar gibi sakal bırakmazdı. Uyumayı pek sevmez, bir günde sadece 3 - 4 saat uyurdu. Kanuni Sultan Süleyman 46 yıllık hüküm süresi ile en uzun süre tahtta kalan padişah olarak tarihe geçmiştir. Kanuni Sultan Süleyman zanaat olarak kundura imalatçılığı yapmaktaydı. Bunun yanında iyi bir hat ustasıydı. Değerli taşları işleme konusuna özel ilgisi vardı.

 1. Ahmet Henüz çocuk sayılabilecek yaşta 13-14 yaşlarında tahta çıkmıştır. Ayrıca tahta çıktık dan sonra sünnet olan ilk padişahtır. 4. Murat Gücü ve cüssesi ile tanınan 4. murat aynı zamanda uyguladığı tütün ve içki yasakları ile bilinir. Bu yasaklara uymayan pek çok kişiyi öldürtmüş bazı zamanlar ise öldürme işini bizzat kendisi yapmıştır.  Neredeyse her akşam kılık değiştirip halkın arasına katılır ve bizzat gözlem yapardı. 4. murat hakkında Bir kılıç hamlesi ile atı ortadan ikiye böldüğü, attığı bir okun mermiden ileriye düşmesi gibi pek çok olay kaynaklarda yazmaktadır. Savaşlarda kullandığı 250 kiloluk gürzü top kapı sarayında sergilenmektedir. 2. ABDÜLHAMİT Zanaat olarak oymacılık ve marangozluğu öğrenmiştir. Ayrıca antika eşyalara özel ilgisi vardı. Saraydan ayrılamadığı için bulabildiği tüm seyahatnameleri tercüme ettirip okumuştur.
KAYNAK

Vikinglerin Pusulalarının Sırrı


Tarih öncesinden eski kavimlerden olan viking pusulaları günümüzde dahi sırrını korumaktadır. Yüzyıllar önce derin okyanuslarda yol almak oldukça zorlu ve bir o kadarda tehlikeli bir işti ve o yıllarda en önemli ticaret yolu denizdi. Savaşları da bunun içerisine eklediğimizde okyanusta yolculuk yapmak çok önemliydi.

Unutmayın; GPS gibi bir teknoloji yoktu. Mesela Avrupa'dan yola çıkıp Amerika'ya gitmek istediğinizde, yol üzerinde Madagaskar'a çarpmanız oldukça mümkündü. Bilirsiniz, okyanusta her yer aynıymış gibi görünür insana. Günümüz bilim insanları, Vikingler'in hiçbir sorun yaşamadan Norveç'ten Grönland'e rahatça gidip gelmesinin arkasındaki sırrı aramaya koyuldu. 1948 yılında, 11. yüzyıldan kalma bir manastırda, Vikingler'e ait ve oldukça gelişmiş bir pusula bulundu ve pusula uzun zamandır incelenmesine rağmen sırrı çözülemedi.

Vikingler Yön Bulmak İçin Taşları da Kullanıyor muydu?


Vikinglerin diğer bir yön bulma aracı olarak kullandığı güneş taşı olarak bilinen ama daha keşfi gerçekleşmemiş bir kristal olduğununa inanılıyor. Genellikle fırtınalı ve bulutlu havalarda denize açıldıklarında bu taşı kullanarak yönlerini matematiksel olarak hesapladıkları düşünülmekte aksi taktirde vikinglerin bu kadar uzun yollar alması imkansız olabileceği aşikar olduğu bilinmektedir. Taşı güneşe doğru tutulduğunda yansıyan ışıklar yön bulmak için hesaplanıyordu. Buna benzer kristaller ile denemeler gerçekleştirilse bile başarılı olunamadı. 

Eğer o dönemlerde manyetik pusula icat edilmiş olsaydı havanın bulutlu olması da vikingler için havanın bulutlu olmasının hiç bir önemi olmayacaktı. Ancak o koşullarda ki pusula bulutlu havada yön bulamıyor ve bu durumda güneş taşı devreye giriyordu. 

Tarih Boyunca Gelmiş Geçmiş En İlginç İcatları

Bugünümüzde bile rastlayamayacağımız çok ilginç ve bir o kadar da önemli icatları derledik. Tarih boyunca icat edilmiş en ilginç icatlar sizleri hayrete sokacak. 21.yüzyılda dahi neden bunların geliştirilmediğini ve halka satılmadığını sorgulayacaksınız. Buluşlar içinde neler yok ki çocukların korunması için özel bebek arabalarımı, okumayı sevenler için özel tasarımlar mı umarım yazımızı beğenirsiniz.

Tek tekerlekli Bisiklet


İki büyük savaşın olmasına rağmen, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı'nın arasındaki karanlık yıllarda bile insanoğlu yeni şeylere olan ilgisi hiç bitmedi ve icatlar gelmeye devam etti. İşte o icatlardan biri; 1931'de İtalyan M. Goventosa de Udine tarafından icat edilen tek tekerlekli motosiklet. Araç saatte 150 kilometre hıza ulaşabiliyor ve çok yol hakimiyeti çok iyidi.

Elektrikli Yelek


Bu ilginç keşif 1932 yılında, Amerika'da trafik polisleri kış aylarında üşümesin diye elektrikle ısınan bir yelek yapıldı. Gereken enerji sokaklardaki prizler kullanılarak sağlanıyordu. Bunun için polislerin durduğu yoğun olan bölgelere prizler monte edildi.

Radyolu Bebek Arabası

Bu icat tüm ailelerin ilgisini çekecektir. Bebeğin uyuya bilmesi ve sessiz kalması için bebek arabasına bir anten ve radyo eklenmiş bu eski zamanda  ne kadar başarılı olundu bilemiyoruz. 

Yatarak Kitap Okuma Gözlüğü


Bir çok insan kitap okumayı sever ancak bu icadı yapan gerçekten devrim niteliğinde bir keşif yapmış. Genelde yatakta sırtımızı dayayarak kitap okuruz ancak bu icat ile kafamızı yastığımıza koyduğumuzda bile kitap okuya bileceğiz ki bu icadı yani yatarak kitap okuma gözlüğünü bula bilirsek. Bu buluş İngiltere'de 1936 yılında bulunmuştur. Kimin bulduğunu araştırdım ama bir sonuca varmadım. Sadece resmi var.

Su Üzerinde Ve Karada Gidebilen Bisiklet


Yine eski bir tarih ve yine en ilginç icatlardan bir tanesi su üzerinde gidebilen bisiklet. Kullandığımız bisikletin su üzerinde süre bilmeyi kim istemez ki üstelik günümüzün teknolojisinde bile yokken. Ama 1930'lu yıllarda bu düşünülmüş ve icat edilmiş hemde ismine cyclomer verilmiş. Ne varsa eskilerde varmış gerçekten. Bu bisiklet ile balık tutmaya gitmek harika bir şey olurdu. 

Bebeği ve Anneyi Zehirli Gazlardan Koruyan Bebek Arabası


Eski yıllarda çok fazla savaşın olduğunu biliyoruz ve icatlar bu konuyu düşünerek hem anneyi hemde bebeği olası bir zehirli gazlardan korumak için bebek arabası icat etmiş. Gerçekten çok iyi düşünülmüş başarılı bir icat.

Paris Barış Konferansının Toplanması


Birinci dünya savaşı bitmesinin en önemli nedenlerinden bir tanesidir. 18 Ocak 1919 yılında Paris'te yapılan konferans ile anlaşmaya varıldı. Konferansın en önemli özelliği ittifak devletleri dahil olmak üzere 32 devletin de katılmasıydı. Katılım gösteren devletler 3 gruba ayrıldılar; Müttefik, kısmen müttefik ve orta devletler olarak isimlendirildiler. Bunların içerisinden 5 devlet tam yetkiye sahipti. Amerika birleşik devletleri, Fransa, İngiltere, İtalya ve Japonya gibi ülkelerin dış işleri bakanlığı en yetkili konsey üyeleriydi.

Paris barış konferansı 18 ocak 1919 yılında yeni Alman imparatorluğu'nun kurulduğu yıl dönümüne denk geldi. Onlarda ise konseye hakim olan ülkeler ise İngiltere ve Fransa oldu. Fransa, Almanya'nın her koşulda etkisiz halde olmasını amaçlayan öneri sunmuştur. İngiltere ise Almanların donanmasını ortadan kaldırmayı hedefliyordu . Paris barış anlaşmasının sonuçlarını en merak edenler ise Osmanlı devleti bünyesinde yaşayan Rumlar olmuştur.

Dünyanın Her Bölgesi Hiroşima Gibi Olabilir mi ?


Rusya'da bilim adamları, dünyanın manyetik kutuplarının sürekli kaymakta olduğunu tartışıyor. Bu kaymanın dünyayı Hiroşima'ya çevireceğini düşünen bilim adamları çoğunlukta.  Yani böyle bir durumda doğal bir atom bombası ile karşı karşıya kalacağız anlamına gelir.

İddialara göre bu süreçin 10 yıl ile 50 yıl arası içerisinde olması bekleniyor.

Altay Mitolojisinde Türklerin Atası Oğuz Han


Oğuz Han Mitolojide ilk Türk Devleti’nin kurucusu olarak kabul edilir. Bütün hayatı boyunca Gökbörü (Börteçine) kendisine kılavuzluk etmiştir. Hayatı, daha doğumundan başlayarak olağanüstü olaylarla doludur. Yüzünün rengi maviye çalar. al (kızıl) renklidir. Ağzı ateş gibidir. Çok çabuk büyümüştür. Doğar doğmaz yemek yemiştir. Bir kez süt emip sonra çiğ et yemiştir. Gücü simgeleyen boynuzlu bir tacı vardır. Babası Kara Han’ı öldürür. Ormanda tek boynuzlu bir yaratıkla vuruşarak onu yenip öldürür. Gergedan olduğu söylenen bu canlı muhtemelen aslında bir şeytandır. Pek çok boya adlarını o verir (Uygur, Kanglı, Kıpçak, Kalaç, Karluk). İki eşinden toplam altı tane oğlu olmuş ve bunların çocuklarından da Oğuz boyları meydana gelmiştir. Avlanırken, bir ortasında yer alan bir ada bulur. Bu adanın ortasındaki bir ağacın kovuğunda ışıklar saçan çok güzel bir kız oturmaktadır (Yarsub “Yer-Su” bu kızla sembolize edilir). Saçları akarsular gibi mavidir ve dişleri inci gibidir.

Onunla evlenir ve üç oğlu olur. Aradan yıllar geçer, bir gün gökten güçlü mavi bir ışık düşer ve ortasında güzel bir kız bulur (Gök-Kal “Gök-Hava” da bu kızla sembolize edilmiştir). İnanılmaz güzellikte olan bu kızın başında kutup yıldızı gibi ateşten bir ışık demeti vardır. Bu kızla da evlenir ve üç çocuğu olur. Rüyasında gördüğü Gümüş Ok’u bulup getiren ilk üç oğluna bölerek paylaştırır. Aynı şekilde rüyasında gördüğü Altın Yay’ı da ikinci karısından olan çocuklarına paylaştırır. Tarihçi Rüstem Paşa’ya göre Kuran'da adı geçen Zülkarneyn adlı kutlu kişi Oğuz Han’dır. Çünkü çiftboynuzlu tacı ile tanınmıştır. Lak (Ilak), Rak (Irak), Zak (Izak) gibi efsanevi ülkelerin kağanlarını yenerek buraları fetheder.

Atatürk Geometri Kitabı


Atatürk tarafından ilk defa Türkçe geometri terimleri kullanılarak 1936 yılının sonunda yazılmış olan 44 sayfalık kitap. Agop Dilaçar kitabın 1971 baskısına yazdığı önsözde, kitabın yazılış hikâyesini anlatır. 1936 yılının sonbaharında Atatürk, Özel Kalem Müdürü Süreyya Anderiman ve Agop Dilaçar'ı Beyoğlu'ndaki Haşet Kitabevine gönderir ve Fransızca geometri kitapları aldırır. Kitaplar gelince uzmanlarla beraber gözden geçirmiş ve geometri kitabının ilk çalışmalarına başlamıştır. Kış ayları boyunca Dolmabahçe Sarayı'nda bu kitap üzerine çalışan Atatürk'ün hazırladığı kitap Kültür Bakanlığı tarafından 1937 yılında yayımlanmıştır.

Atatürk, kitabında Arapça ve Farsça kökenli bazı geometri terimlerine; boyut, uzay, yüzey, düzey, çap, yarıçap, kesek, kesit, yay, çember, teğet, açı, açıortay, içters açı, dışters açı, taban, eğik, kırık, çekül, yatay, düşey, dikey, yöndeş, konum, üçgen, dörtgen, beşgen, çokgen, köşegen, eşkenar, ikizkenar, paralelkenar, yanal, yamuk, artı, eksi, çarpı, bölü, eşit, toplam, oran, orantı, türev, alan, varsayı, gerekçe gibi günümüzde hâlâ kullanmayı sürdürdüğümüz Türkçe karşılıklar bulmuştur. Kitabın yazarının Atatürk olduğu kitapta belirtilmemiş; kapağında sadece "Geometri öğretenlerle, bu konuda kitap yazacaklara kılavuz olarak Kültür Bakanlığı’nca neşredilmiştir" şeklinde bir not düşülmüştür. Osmanlı döneminde üçgene müselles, alana Mesaha-i sathiye, dik açıya zaviye-i kaime, yüksekliğe kaide irtifaı deniliyordu. Üçgenin alanını için "Üçgenin alanı taban uzunluğu ile yüksekliğinin çarpımının yarısına eşittir" tanımı yerine, "Bir müsellesin mesaha-i sathiyesi, kaidesinin irtifaına hâsıl-ı zarbinin nısfına müsavidir" tanımı kullanılıyordu.

Ulusal Bağımsızlık Yani Ulusal Birlik Nedir ?


Ulusal Birlik ve Beraberlik ilkesi, Atatürk milliyetçiliğinin zorunlu bir sonucudur. Bu görüş ve anlayışa göre, millet ülkesiyle birlikte bölünmez bir bütündür. Atatürk, Türk milleti bir bütün haline gelmeden Kurtuluş Savaşı'nı başlatmamıştı. Ancak bölücü, zedeleyici akımları ve ayaklanmaları bastırdıktan sonra başarı yolları kendisine açılmıştır. Atatürk konuşmalarında, sırası geldikçe, hem zaferin hem de devrimlerin ulusal birlikle gerçekleştiğini belirtmiştir. O, hiçbir zaman vatanı milletten ayrı düşünmemiştir.

 Mademki millet aynı ideale bağlı insanların oluşturduğu bir birliktir, o halde insanların üzerinde yaşadığı vatan parçası da bir bütündür, kutsaldır. Bölünemez, parçalanamaz. Bunun aksini düşünmek ya da düşündürmek Atatürk İlkeler'ini ve bu ilkelerden Devrimcilik ve Laiklik ilkelerini benimsememek bunlara karşı gelmek anlamına gelir. Ve eğer Atatürk İlkeleri inkar edilirse Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Laik Türk milletinin varlığı sona ermiş olur.

Atatürk İlkeleri Nelerdir?


 Türkiye'nin çağdaşlaşma yönünü belirleyen, Atatürk Devrimleri'ne temel teşkil eden ve Türk milliyetçiliğini esas alan fikir ve düşüncelerdir.Atatürkçü Düşünce Sistemi içinde birbirine bağlı bir bütün oluşturan Atatürk İlke ve Devrimleri, Türkiye'yi çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırabilmek için bilimsel düşünceyi esas alan aklın ve mantığın çizdiği yollardır. Bu nedenle Atatürk ilke ve devrimlerinin temelinde yapıcı olup doğruya ve yararlıya yönelmek vardır. Atatürk İlkeleri, başlangıcından beri Türk Devrimi içinden doğmuş ve onun uygulamalarına yön vermiştir.

Atatürkçülük konularını araştıran bilim insanları bu ilkeleri Temel İlkeler ve Bütünleyici İlkeler olarak iki başlıkta toplarlar. Bu ilkeler, Atatürk'ün devlet anlayışına hakim olan ulus devlet, tam bağımsızlık, ulusal egemenlik ve çağdaşlaşma hedefinden kaynaklanmaktadır. Atatürk İlkeleri, önce dönemin tek partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkası'nın program ilkeleri olarak benimsenmiştir. 1937'de çıkarılan bir kanunla 1924 Anayasası'na eklenen ilkeler, bu uygulama ile hukuken Türk ulusuna mâl edilmiştir.

Cumhuriyetçilik 


egemenliğin halkta olduğu devlet yönetimi demektir. Cumhuriyet, demokrasinin bir uygulama şekli olup, halkın kendi kendini yöneterek, yönetimde söz sahibi olduğu rejim demektir. Cumhuriyetçilik ise devlet yönetiminde cumhuriyetin bulunması demektir. Arapçada halk demek olan "cumhur" kelimesinden gelir. Bu bakımdan, halk ve yönetim kelimelerinin bir araya geldiği "demos" ve "kratos", yani demokrasi sözcüğünün eş anlamlısı kabul edilebilir. Atatürk, Cumhuriyet için; “Türk milletinin karakter ve adetlerine en uygun olan idare” ifadesini kullanmıştır.

  Cumhuriyet yönetimi 1923 yılından itibaren anayasaya eklenmiştir ve anayasanın birinci maddesidir. Anayasanın ikinci maddesinde de cumhuriyetin nitelikleri belirtilmiştir. Buna göre, Türkiye, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir. Atatürk demokratik cumhuriyeti benimsemiştir. Bununla ilgili olarak “Demokrasinin tam ve en belirgin şekli cumhuriyettir” demiştir. Aynı zamanda Atatürk, cumhuriyeti Türk gençliğine emanet ederek ülkenin sürekli yenileşme ve çağdaşlaşma içinde olmasına çalışmıştır.

Milliyetçilik 

Atatürk'e göre millet; geçmişte bir arada yaşamış, bir arada yaşayan, gelecekte de bir arada yaşama inancında ve kararında olan, aynı vatana sahip, aralarında dil, kültür ve duygu birliği olan insanlar topluluğudur. Atatürk ve Türk ulusu sayesinde Türkiye Cumhuriyeti kuruldu ve bu sayede milliyetçilik ilkesi de ortaya koyulmuştur. Atatürk'ün tanımladığı milliyetçilik, din ve ırk ayrımı gözetmeksizin, ulus tanımını dil, kültür ve siyasi birliktelik değerlerine dayandıran milliyetperverlik anlayışıdır.

Halkçılık

Halkçılık ilkesi, ulusal egemenliği ön planda tutar ve demokrasiyi benimser. Devlet, vatandaşın refah ve mutluluğunu amaçlar. Vatandaşlar arasında iş bölümü ve dayanışmayı öngörür. Ulusun devlet hizmetlerinden eşit bir şekilde yararlanmasını sağlar. Atatürk’ün halkçılık ilkesinden anlaşılan; toplumda hiçbir kimseye, zümreye ya da herhangi bir sınıfa ayrıcalık tanınmamasıdır. Herkes kanun önünde eşittir. Halkçılık ilkesine göre; hiçbir kimse başkalarına karşı din, dil, ırk, mezhep veya ekonomik açıdan üstünlük sağlayamaz.

Laiklik

Laiklik, devletin vatandaşlarıyla olan ilişkilerinde inançlara göre ayrım yapmaması ve ayrıca, herhangi bir inancın, özellikle de bir toplumda egemen olan inancın, aynı toplumda azınlıkların benimsediği inançlara baskı yapmasını önlemesi demektir. Diğer bir tanımlamayla da devlet yönetiminde herhangi bir dinin referans alınmamasını ve devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan prensiptir ki devlet düzeninin, eğitim kurumlarının ve hukuk kurallarının dine değil, akla ve bilime dayandırılmasını amaçlar. Ayrıca, din işlerini kişinin vicdanına bırakarak bireyin din özgürlüğünü koruyabilmesini sağlar.

 Laikliğe göre, insan yaşamında ibadetin dışında her türlü tasarruf, dine (kutsal kitaba) göre değil, anayasaya, yasalara ve kurallara göre yapılır. Din, kişinin özel yaşamının bir parçasıdır. Laiklik ise din ve dünya işlerinin ayrılmasıdır. Mustafa Kemal 1924 yılında yaptığı bir konuşmada "Dünya yüzündeki her şey için, maddi ve manevi her şey için, yaşam için ve başarı için en doğru yol gösterici bilimdir, tekniktir. Bilimin ve tekniğin dışında yol gösterici aramak, düşüncesizliktir, bilgisizliktir, yanlıştır." demiştir. Laiklik, devletçilik dışındaki diğer ilkelerin hepsinin de ön koşulları içinde yer alır: Demokrasinin ön koşuludur; çünkü laiklik olmadan gerçek bir düşünce özgürlüğü de olamaz.

Devrimciliğin ön koşuludur; çünkü laikliği kabul etmemiş bir toplumda, bilimin ve çağın gereklerinin gerisinde kalmış kurumları değiştirmenin tartışması bile genellikle yapılamaz. Halkçılığın ön koşuludur; çünkü bir din devletinde halkın istekleri değil, dinsel "seçkin"lerin düşünceleri önemlidir. Atatürk, laiklik anlayışını, kendi el yazısı ile kaleme aldığı "Medeni Bilgiler" kitabında, sadece din ve devlet işlerinin değil, dinin de siyasetten ayrılması ve yasaların dine göre değil, toplumun gereksinmelerine göre yapılması ilkelerine bağlamaktadır.

Devletçilik

Devletçilik, ülkenin genel ekonomik faaliyetlerinin düzenlenmesi ve özel sektörün girmek istemediği veya yetersiz kaldığı ya da ulusal çıkarların gerekli kıldığı alanlara girmesini öngörür. Atatürk’ün devletçilik ilkesi; Türk toplumunun ulaşmak istediği çağdaş ve modern bir düzen için gerekli olan ekonominin güçlendirilmesi ve ulusallaştırılması'dır. Devletçilik ilkesine göre, devlet ekonomiyle ilgili olarak doğrudan doğruya müdahale yapabilir. Ekonomik teşebbüsler sadece devlet tarafından yapılmayacak, özel teşebbüslere izin verilecek fakat hiçbir özel teşebbüs devlet kontrolünden ve teftişinden çıkamayacak. Mustafa Kemal Atatürk'ün ''ulusal ekonomiyi, sağlam temeller üzerine oturtma amacına yönelik olarak ve İktisaden zayıf bir ulus, fakirlik ve sefaletten kurtulamaz.

Toplumsal ve siyasi felaketten yakasını kurtaramaz." felsefesine dayalı olarak Atatürk İlkeleri arasında yerini almış olan ilkedir. Atatürk bu ilkenin amacını "Bizim güttüğümüz "devletçilik" bireysel çalışma ve etkinliği esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde ulusu refaha, ülkeyi bayındırlığa eriştirmek için, ulusun genel ve yüksek yararlarının gerektirdiği işlerde özellikle ekonomik alanlarda, devleti fiilen ilgilendirmektir." diyerek açıklamaktadır.

İnkılapçılık

İnkılapçılık (Devrimcilik), Türk ulusunun çağdaşlaşması yolunda yapılan Atatürk devrimlerinin benimsenmesi, geliştirilmesi ve her türlü tehlikelere karşı korunmasıdır. Bu ilke, seçkinciliği açıkça yansıyan, halkla bütünleşmeye ve dolayısıyla demokratik yöntemlere büyük önem veren Türk milliyetçisi bir devrimcilik anlayışıdır. Kemalist Devrimcilik anlayışının iki yanı bulunur. Birinci yanı, eski düzenin geçerliliğini yitirmiş kurumlarını yıkıp, yerlerine çağın gereksinimlerini karşılayacak kurumları koymakla ilgilidir. Ama Kemalizm, bununla yetinmemekte, devrimciliği aynı zamanda sürekli olarak yeniliklere, değişimlere açıklık biçiminde anlatmakta ve kalıplaşmaya karşı çıkmaktadır.

 Atatürk, yaptığı devrimin ülkeye kazandırdıklarının korunmasını devrimcilik ilkesinin bir gereği sayıyordu. Ama onun açısından sorun o noktada bitmiyordu. Koşulların değişeceğinin, değişen koşulların yeni kurumları, yeni atılımları gerektireceğinin bilincindeydi. Bu nedenledir ki, Atatürkçülüğün kalıplaşmasına, bir anlamda devrimin dondurulmasına karşıydı. Koşullara koşut olarak sadece kurumların değil, düşüncelerin de değişmesinin gerekliliğini biliyordu. İşte bu nedenledir ki, Kemalizm'in Devrimcilik ilkesi, aynı zamanda bir "Sürekli Devrimcilik" anlayışını da yansıtmaktadır. En ilerici kurumlar bile, koşullar içinde eskir. En ileri bir devrimin bekçiliği ile yetinenler, günün birinde değişen koşulların gerisinde kalmaktan, tutuculaşmaktan kurtulamazlar. Kemalizm'in sürekli devrimcilik anlayışının temel sebebi budur.

Kader Nedir ve Çeşitleri


Mutlak Kader

Hayattaki hatta evrende ki silinmeyecek yazı  olarak kabul edilen mutlak kader yani Levh-i mahfuzda kayıtlı olan ve Allah'ın iradesini yansıtan kesin ve değişmeyen kaderimizdir. Bu mutlak kader dua, büyü ya da hiçbir güç, tedbir ve gayretle değiştirilemez ve yönlendirilemez. Bizim istek ve bilgimiz dışında oluşan bu kaderin kapsamına, doğduğumuz memleket, dönem, ailemiz, eşimiz, evladımız, işimiz, ecelimiz ve yaşamımızın derinden etkileyecek ve şekillendirecek olaylar girmektedir.

Muhallak Kader

Muhallak kader ise  kişinin kendi iradesini kullanarak kaderini ve yaşamını şekillendirmesi olarak açıklanabilir. Bunlara özel zevklerimiz, meraklarımız, ikili ilişkilerimiz, olaylar karşısında verdiğimiz tepkiler ve bu tepki ve davranışlarımızı kontrol etme becerilerimiz örnek olarak gösterilebilir. Mutlak kaderimizi oynanan bir oyunun kurallarına benzetecek olursak, muallak kaderimiz ise oyuncunun bu oyunu oynarken gösterdiği becerilerin tümüdür. Buna en iyi örnek olarak tavla oyununu göstermek mümkündür.

Örnek vermek gerekirse Tavla oyununun kendisine özgü kuralları mutlak kader olarak kabul edilmelidir. Gelen zara göre oyuncunun pulunu kaçması, kapı alması, bazen rakip oyuncunun pulunu kırması nasıl bir ustalık gerektiriyorsa, kişide yaşarken aynı ustalığı göstererek yaşamını şekillendirebilir. Oyuncunun oyun süresince zarının iyi gelmesi oyuncu usta değilse maçı kazanmasına yetmeyeceği gibi zarı pek iyi gelmese de usta bir oyuncunun maçı kazanma şansı oldukça yüksektir.

Venüs Yıldızı Dünyadan Nasıl Gözükür?



 Venüs büyüklüğü açısından Dünya ile benzerlik gösterdiğinden Dünya ile kardeş gezegen olarak da bilinmektedir. Gökyüzünde Güneş’e yakın konumda bulunduğundan ve yörüngesi Dünya’nınkine göre Güneş’e daha yakın olduğundan, yeryüzünden sadece Güneş doğmadan önce veya battıktan sonra görülebilir. Bu yüzden Venüs, “AKŞAM YILDIZI”, “SABAH YILDIZI” veya “TAN YILDIZI” olarak da isimlendirilir. Bir diğer adı da “Çoban Yıldızı”dır. Görülebildiği zamanlar, gökyüzündeki en parlak cisim olarak dikkat çeker.

Rus Gelin

Rus gelin filmi uzun zamandır heyecan ile beklenen filmler arasındaydı. Filmin konusu ise şöyle; Moldovya’dan gelen dünya şampiyonu güzel okçu, Türkiye adına yarışmak istemektedir. Bunun içinse bir Türk ile evli olması gerekmektedir. Fedarasyon başkanı devreye girerek bir formalite evliliği yaptırmaya karar verir. Bnunun için eski bir pehlivan olan damat adayı ikna edilir. Komik evliliğin ardından ise olaylar hayli komik durumlara gebe olacaktır...Zeki Alasya yönetmenliğini yaptığı filmde bir kez daha Metin Akpınar ile kamera karşısına geçiyor.

ABD iLE UZAYLILAR ANLAŞMA MI iMZALADI SORUSU!!


Bazı bilgilere ve kaynaklara göre, tüm anlatılanlar, ABD Hükümeti tarafından "Çok Gizli" olarak tanımlanıyor ve yine aynı kaynaklara göre, ABD'de geçeni olan "Bilgi Özgürlüğü Kanunu'nun" kapsamına alınmadığı gibi, ABD Hükümeti aşağıda anlatılan olayların hiçbirisinin doğruluğunu kabul etmemekte. Fakat, anlatılanların tümünün gerçek olduğu iddia edilirken, sadece ABD'nin değil daha birçok hükümetin benzeri gerçekleri sakladıklarını ve daha da ötede bu konularda konuşanların susturuldukları da belirtiliyor. 

Anlatılanlar ve kimliği saklanan tanıklarla yapılan görüşmeler büyük bir gizlilik içinde gerçekleştirilmiş, ses ve video bantlarından isimler özellikle silinirken, konuşanların kimlikleri titizlikle saklanmış. Öyleyse, bu durumda anlatılanların doğruluğundan nasıl emin olunabilir? Buna verilen cevap ise söyle; "Bu tanıklar, Amerikan Hükümeti'nin 'Çok Gizli' düzeyi ile olan ilişkileri, verdikleri isimler ve kaynaklar bakımından inanılır ve güvenilirdir. Tanıklar, görev yaptıkları dönemin istihbarat servislerindeki personelin adlarını ve rütbelerin! doğru olarak biliyor ve anlatıyorlardı ve bunlar en ciddi düzeyde araştırılarak doğrulandı."

Kanuni Sultan Süleyman Viyana'yı Neden Alamadı ?


Kanuni Sultan Süleyman, 1529 tarihinde 75. 000 kişilik muazzam bir ordu ile seferi çıkma kararı aldı. O yıl son 20 yılın en yaşlı zamanlarıydı. Kanuni Sultan Süleyman ordusu ile yürüyüş yapamaz hale geldi.

Ordu'nun tüm topları çamura batarak kullanılmaz hale geldi. Ordu'nun varış süresi ortalama 2 ay Ken nereye 5 ayda vardılar. Ordu bu süreç içerisinde çok yıpranmış ve bitkin haldeydi. Kanuni Sultan Süleyman gecmeside Viyana'nın askeri sayısını 2 katlanması da Viyana kuşatması başarısız olarak sonuçlandı.

Struma Faciası


1941 yilinda avrupali yahudiler, nazi soykirimindan kacıp Filistin'e gitmek üzere Romanya'da struma adlı gemiye binerler. Struma adlı bu geminin İstanbul açıklarında seyir halindeyken motoru bozulur ve gemi sarayburnu aciklarinda demir atar.

Almanya'nın Türkiye buyukelcisinin yaptigi baskilar nedeniyle yolcularin karaya cikmasina izin verilmez. 9 hafta boyunca kiyida demir atmis vaziyette bulunan gemiye kizilay ve turk yahudi toplumu adli olusum yardim goturur. 23 subat gunu Türk hükümeti, gemiyi şile aciklarina cektirir ve 24 subat sabahi gemi buyuk bir patlamanin ardindan batar. gemide 103 cocuk olmak uzere toplamda 768 kisi hayatini kaybeder. gemiden sadece bir kisi sag olarak kurtulur ve o da donmak üzereyken Türk kayikcilar tarafindan bulunur. kurtulan kisi david stoliardir. david stoilar a gore gemiyi bir turk torpidosu batirmistir. Oysa başka kaynaklara göre gemiyi batiran sovyetlerdir.

Vali


Vali Faruk Yazıcı'nın en son görev yeri Denizli merkezli olacak filmin ana eksenine ise yine bir dünya ve Türkiye meselesi olan "enerji" konusu oturuyor. Bilindiği gibi Yeniçağ dünyasında gizli ve açık bir biçimde sergilenen politik oyunlar-komplolar ve uluslararası ilişkilerin çıkar noktasında enerji meselesi bulunuyor. Filmde, özellikle bu konuda Türkiye'nin ve Türk insanının içine çekilmeye çalışıldığı bir komploya tanık olacağız. Vali'de enerjiye konu olan madde ise uranyum madeni. Türkiye'nin çok zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip olduğu halde enerji bakımından nasıl yoksul ve yoksun bırakılarak dışa bağımlı, kendine yetemez bir hale getirilişine, bu oyunun aktörleri ile bu oyunu bozmak isteyen vatansever karakterlerin mücadelesine tanık olacağız. Filmde, akıllarda soru işareti bırakarak hayata veda eden devlet adamlarının şüpheli ölümleri, faili meçhul cinayetlere de gönderme yapılarak bu eksende kurulmuş bir komplo düzenine parmak basılacak.

 Vali Faruk Yazıcı'nın neredeyse çocukluktan beri arkadaşı olan MTA Mühendisi Ömer Uçar ve mühendis arkadaşlarının, bölgedeki zengin uranyum madeni yatağıyla ilgili elde ettikleri bilgi üzerine başlayan şüpheli ölümler… Birbiri ardına kaybedilen pırıl pırıl, vatansever, fedakar bilim adamlarımız, mühendisler… Ve bu düzenin sürmesini isteyen sermayenin ardındaki gizli ve açık güçler… Kısacası Vali, Türkiye çıkarlarını koruyup ülke insanlarının menfaati için elini taşın altına koyanlarla, taşları yukarıdan üstümüze yağdıran çıkar grupları arasındaki çekişmenin hikâyesini anlatıyor.

Son Osmanlı Yandım Ali



Son Osmanlı Yandım Ali, Tarih 13 Kasım 1918… Düşman donanması Boğaziçi’ne demirlemiş… Manzara Vahim… İstanbul İşgal Altında! Aynı gün Haydarpaşa Garı’ nda, trenden genç bir Paşa iner. Suriye cephesinden dönüyordur… Boğazı geçerken vahim manzarayı yani düşman gemilerini görür. Herkes çaresizlik içindedir. İstanbul’ un üzerinde kara bulutlar geziyordur ama o, “Geldikleri gibi giderler” der! Çünkü O, Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa’dan başkası değildir. Aynı tarihlerde, İstanbul sokaklarında, donanmadan terhis edilen bir bahriye çavuşu vardır. O’da Tahtacızade’lerin Yandım Ali’sidir. Yandım Ali, Bahriye Mektebinden kaçak, donanmadan terhis, yıllarca cephelerde savaşmış ve memleketin kurtuluşundan ümidi kesmiş bir külhan beyidir.. Evli bir sevgilisi vardır. Tek hayali biraz para kazanıp sevgilisini kaçırmak ve Viyana’ya gitmektir. Ancak... Yandım Ali’ nin yolu bir gün Mustafa Kemal’le kesişir. Ve o anda fikri değişir. Sokaklarında düşman zulmünün kol gezdiği öyle bir ihanet içindedir ki memleket, kimin kimi sırtından vurduğu belli değildir. İhanet doğan güneş gibi sessiz ve batan gün gibi çabuktur artık. İşte bu ihanetler içinde Yandım Ali, vatanın kurtuluşunun elzem olduğunun farkına varır…

 Özen Film, 1941 yılında, Mehmet Soyarslan’ın dedesi Osman Sirman, onun babası Mehmet Rauf Bey ve ortakları tarafından anonim şirket olarak, film ithal etmek, yerli film üretmek, film dağıtımcılığı yapmak ve sinema salonu işletmek üzere kurulmuştur. Özen Film, 50’li ve 60’lı yıllarda aralarında Babaların Günahı, Mavi Boncuk, Çakırcalı’nın Hazinesi ve Şanlı Maraş gibi birçok yerli filmin yapımcılığını veya yapım ortaklığını yapmış, 80’li yıllarda büyük yankı uyandıran ve İngilizce versiyonu birçok yabancı ülkeye satılan, Natuk Baytan’ın yönettiği, senaryosu ve müzikleri Mehmet Soyarslan tarafından yapılan Toprağın Teri, 1990’lı yıllarda Mustafa Altıoklar’ın yönettiği Ağır Roman; (bu filmde Mehmet Soyarslan’ın ‘Resimdeki Gözyaşları’ adlı bestesi Atilla Özdemiroğlu düzenlenmesi ve Cem Karaca tarafından yeniden seslendirilmesi ile film müzik klibini oluşturmuş, ve çok büyük ilgi uyandırmıştı.), 2000 yılında Gani Müjde’nin yönettiği Kahpe Bizans 2.5 milyon seyirci ile o dönemin gişe rekorunu kırarken, aynı yıl yapımcılığını üstlendiği Mustafa Altıoklar’ın ‘Asansör’ü onu takip etmiştir.

 Kahpe Bizans’ın müziklerine de 8 bestesi ile Mehmet Soyarslan katkıda bulunmuştur. Daha sonra Büyü, Eve Giden Yol, Son Osmanlı Yandım Ali, Umut, 2008’de Recep İvedik ve 2009’da 4.333.000 seyirci ile tüm zamanların en çok seyredilen ve hasılat yapan filmi Recep İvedik 2, bir sonraki yıl da Recep İvedik 3 gibi sinema eserlerini ya kendi üretmiş ya da ortak yapımcı olarak çekimine iştirak etmiştir.

Çanakkale 1915


Çanakkale 1915, Rus Harbi, Balkan Savaşları, elden çıkan topraklar ve verilen ağır yenilgilerle 20. yüzyılın başları Osmanlı Devleti için çok büyük maddi ve manevi kayıplarla gelir. Rumeli toprakları kaybedilmiş, eziyet gören Osmanlı tebaası Anadolu'ya göç etmeye başlamış, Osmanlı orduda büyük kayıplar yaşamıştır. 1914'te 1.Dünya Savaşı'nın patlak vermesi ve Osmanlı'nın İttifak Devletleri ile yeniden savaşa girmesi sonucu Anadolu’da eli silah tutan tüm genç erkekler için seferberlik emri çıkar. Şimdiye kadar ağır yenilgiler alan Osmanlı vatan bellediği toprakları korumak için var gücüyle yeniden birlik olur. Osmanlının eğitim, görmüş genç ve yetenekli beyinleri de gönüllü olarak askere yazılır. İşte gencecik Veli ve Mehmet Ali de bu askerler arasındadır.

 Kısa süre içerisinde Maydos (Eceabat)'a tayin edilirler ve Conk Bayırı’nda İngiliz kuvvetlerine karşı tarihin daha önce yazmadığı bir inanç ve cesaretle savaşırlar. Mustafa Kemal’in komutanısına atandığı yeni kurulan 19. Tümen’e katılırlar. Öte yandan Çanakkale Boğazı’nın savunmasından sorumlu Cevat Paşa da bir yandan destek beklemekte diğer yandan mayın hatları için hesap yapmaktadır. İngilizler ve Fransızlar 18 Mart 1915 günü müthiş bir askeri kuvvetle boğaza giriş yaparlar; fakat vatan toprağı olan Çanakkale Boğazı’nı geçmek sandıkları kadar kolay olmayacaktır. Defalarca denizden ve karadan saldırırlar ama karşılarında üstün cesaretleriyle Veli’yi, Mehmet Ali’yi, Bigalı Mehmet Çavuş’u, Nusrat Mayın Gemisi’ini, Seyit Onbaşı’yı, Hilmi Şanlıtop’u, Hüseyin Avni Bey’i, Boyabatlı Mustafa’yı,Yüzbaşı Faik’i, Şefik Bey’i ve Mustafa Kemal Paşa’yı bulurlar...

Veda


Veda Filmin Konusu: 2000'li yıllarla birlikte Mustafa Kemal'e alternatif bakış açılarının beyazperde'ye aktarılmasında bir yoğunluk gözlemlenmekte. İşte bir deneme de Zülfü Livaneli eliyle sinemaya aksettirildi. Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün Salih Bozok ile Selânik'te çocukluktan başlayan arkadaşlığı önce silâh arkadaşlığına sonrasında cumhuriyetle birlikte aynı ideallerin peşinde yürüyen yarım asırlık dostluğa ve ölene kadar süren kardeşliğe dönüştü. Veda, Salih Bozok'un anlatımıyla, bu dostluğun, Atatürk'ün hayatının dönüm noktalarının, vatanı kurtarmak için ölüme meydan okuyan bir kuşağın komutanının hikâyesi. Yönetmen: Zülfü Livaneli Oyuncular: Serhat Mustafa Kılıç, Dolunay Soysert, Burhan Güven Tür: Biyografik , Dram

Hep Yek 2



Hep Yek 2 Filmi tüm hızıyla devam ediyor. Gürkan ile Altan, Cevat Bakır'ın eline feci düşmüştür. Zira ilk filmde kendisini kazıklayan Şahin'i öldüren Cevat Bakır, Altan ile Gürkan'ı tek bir şartla affedecektir: Şahin'in cesedini bir an önce ortadan kaldırmaları gerekmektedir. Fakat bu işi fark edilmeden ve tereyağından kıl çeker gibi yapmak zorundadırlar. İki kafadar bu zorlu görevi elbette ki ellerine yüzlerine bulaştıracak, yine beladan belaya sürüklenecek ve peşlerine ülkenin en psikopat ve tehlikeli adamlarını takmayı başaracaklardır... Hep Yek filminin devam halkası olan Hep Yek 2'nin senaristliğini Orçun Benli, Bilal Kalyoncu ve Şükrü Üçpınar üstleniyor.

Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti


Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Mondros Mütarekesi'nden sonra Anadolu'nun ve Rumeli'nin çeşitli şehirlerinde, işgallere karşı kurulan milli cemiyetlerin 7 Eylül 1919 tarihinde Sivas Kongresi'nde birleştirilmesinden sonra oluşan yeni cemiyete verilen isimdir. Kurucusu, ilk ve tek Umumî Reisi Mustafa Kemal Paşa'dır. 13 Ekim 1919 tarihinde Müdafaa-i Hukuk Teşkilâtına Dair Nizamname hazırlandı ve bu nizamname tüm Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerine gönderildi. Buna nizamnameye göre Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, vatanın maruz kaldığı olaylar ile ve tamamen aynı maksatla millî vicdandan doğmuş olup her türlü fırka cereyanının dışındadır.

 Cemiyetin amacı, Osmanlı vatanının bütünlüğünü, Saltanat ve Hilâfetin makamı ile Millî bağımsızlığın korunmasında Kuva-yı Milliye'yi etkin ve İrade-i Milliye'yi hâkim kılmaktır. Bütün İslâm vatandaşları cemiyetin doğal üyesidirler. Örgütlenme, köy ve mahallelerden başlayarak nahiye, kaza, liva, vilâyet, müstakil liva taksimatına bağlı olacaktır. Müdafaa-i Hukuk hareketi, İstanbul hükümetince İttihatçılıkla, Bolşeviklikle, Saltanata ve Hilâfete isyankârlıkla, Cumhuriyetçilikle, Asilikle suçlandı. Sivas Kongresi'nde Fırkacılıkla ilgili uzun tartışmalardan sonra, Meclis-i Millî toplanıncaya kadar geleneksel İttihatçı yörüngesinde gelişen siyasetten uzak durularak, halkın birliğini bütünlüğünü sağlamanın zorunluluğu benimsendi ve 5 Eylül 1919 tarihinde İttihat ve Terakki Cemiyetini yeniden canlandırmaya çalışmayacaklarına, mevcut siyasî partilerden hiçbirinin siyasî amaçlarına hizmetçi olmayacaklarına ilişkin yemin metni hazırlandı. Heyet-i Temsiliye Anadolu'da geçici hükümet rolünü oynadı.

Çünkü, Heyet-i Temsiliye ulusal örgütlerin amaç ve ilkelerini eldeki araçlarla yurdun her tarafına yayıyor halka açıklıyor, örgüte güç kazandırmaya çalışıyor, mevcut ulusal örgütlerin varlığını ve devamlılığını sağlamak için çaba gösteriyor, bu örgütleri bir noktada birleştirmeye, bunlar arasında uyumlu bir bağ kurmaya özen gösteriyordu. Cemiyet bir yandan ulusal eylemi halka indirici çalışmalar yaparken öbür yandan da Müdafaa-i Hukuk karşıtı olan Damat Ferit Paşa hükümetine karşı yoğun bir eyleme girişti ve bu hükümetin yıkılmasını sağladı. 21 Mart 1921 tarihinde tüm vilâyet ve mutasarrıflıklara gönderilen bir genelgede ARMHC'nin ülke ve millete yönelik görevlerini daha iyi yapabilmek için bu örgütlerin Meclis Başkanlığı ile daha iyi ve düzenli ilişki kurmaları istendi ve MH Merkez Heyetini oluşturan kişilerin ad ve şöhretlerinin Meclis Başkanlığına bildirilmesi belirtildi.

Kırım Savaşı


Kırım Savaşı, 4 Ekim 1853-30 Mart 1856 tarihleri arasındaki Osmanlı-Rus savaşıdır. Birleşik Krallık, Fransa ve Piyemonte-Sardinya'nın Osmanlı tarafında savaşa dâhil olmasıyla savaş, Avrupalı devletlerin Rusya'yı Avrupa ve Akdeniz dışında tutmak amacıyla verdiği bir savaş halini almıştır. Savaş, müttefik güçlerinin zaferiyle sonuçlanmıştır.

Dinler ve Zamanda Görecelik


Zaman, insanlığın merak edip cevap bulmaya çalıştığı sorulardan biri olarak tarih boyunca ele alınarak anlaşılmaya çalışılmış bir kavram olmuştur. Bu bağlamda zamanın var olup olmadığı, varsa nasıl oluştuğu, bir başlangıcının olup olmadığı, mutlak mı göreceli mi olduğu, zamanın mekânla ve hareketle ya da süre ile ilişkisi, zamanın evrenin yaratılışıyla ilgisi gibi sorular daima gündemde kalmıştır. Hem düşünce hem bilim tarihinde zamanın varlığı, oluşumu, metafizik âleme, fizikî evrene ve insanlığa etkisi merak konusu olmuş ve cevaplandırılmaya çalışılmıştır. İçinde bulunduğumuz mekan; en, boy ve derinlik olarak tarif edilmektedir. İzafiyet teorisinin getirdiği anlayışla bu üç koordinata dördüncü olarak, bir de zaman eklenmiş, toplam dört boyutlu bir evren tasvir edilmiştir. Zaman kavramı, biz insanları ilgilendiren bir konudur. Hareketin olması zamanı ortaya çıkarmıştır. Hareket olmasa zaman diye bir şey olmazdı. Zaman kavramını, hareketlerin önce ve sonra olmasını belirlemek için insanlar, meydana getirmek zorunda kalmıştır. Zaman kavramı hareket ve olaylara göre sistemleştirilmiştir. Bir olay başka birine göre değerlendirilmektedir. Bu olay diğerine göre önce oldu veya sonra oldu, şeklinde oraya hayali bir zaman kavramı yerleştirilmektedir. Böylelikle sürekli meydana gelen olayların ve hareketlerin oluş sırası belirtilmiş oluyor. Bu nedenle hareket ve fiil olmasa zaman diye bir şeyden söz etmek de mümkün olmazdı.

 Zaman fenomeni, sosyal boyut ve yansımaları itibariyle sosyolojinin önemli bir konusudur. Çünkü zaman, toplumun, toplumsal hayatın kaderidir. Toplum, zaman içinde, dünya zamanı içinde ve zamanla var olur, varlığını sürdürür. Toplumlar, medeniyetler, kültürler, toplumsal varlıklar, örneğin aileler, dinî grup ve cemaatler, siyasal gruplar, ekonomik organizasyonlar, uluslar, meslek grupları vs., hayatlarını, sosyal zaman veya sosyo-zamansal düzen içinde düzenlerler. O halde zaman, toplumun varlığının ve sosyal hayatın vazgeçilmez bir merkezî boyutunu teşkil etmektedir. Esasen zamanın, insanî olup mekân ve şartlara, yerellik ve küreselliklere göre farklı algılanabildiği, içinde olayların geçtiği şey olduğu, olayların, zaman içinde meydana geldiği, sosyal olguların zaman içinde var olduğu, zamanın varlık ve var olma ile sıkı ilişkisinin bulunduğu, insanların varlıklarının zamansallıkla ilişkili olduğu, zamanın bedenle ilintili olduğu, olayların zamansallığa sahip oldukları, zamanın kamusal geniş boyutlara sahip bulunduğu, sosyal ilişkilerin zaman üzerinden düzenlendiği, toplumsal değişimin zamandan ayrı düşünülemeyeceği, her kültürün zamanı ve tarihinin olduğu; zamanın sosyal ve kültürel bir gerçeklik olduğu tespit edildiğinde, zamanın sosyal boyutlarını incelemenin önemi kendiliğinden anlaşılmaktadır. İnsanın içinde yaşadığı alemdeki zaman ile ve akıl ötesi alemdeki zaman tamamen birbirinden farklıdır. Hatta zaman kavramı, sadece insanın yaşadığı alemde söz konusu olup, akıl ötesi alemde bir zaman mefhumundan bahsedilemeyeceği bilinmektedir. Fakat insanlar her şeyi, için de bulundukları boyuta göre anlarlar veya anlamaya çalışırlar. Çünkü insanlar yaşadığı alemin bir parçasıdır ve kendisini ondan soyutlayarak düşünemezler. Ama şu anda bilinmektedir ki, her şey insanın yaşadığı alemden ibaret değil, onun ötesinde de bir alem vardır. Onu anlamak için insanın yaşadığı alemin kıstaslarını kullanmak boşuna bir çabadır.

Modern fiziğin makro âlemde (atom-üstü seviyede) en önemli teorisi izafiyet teorisidir. Fizik açısından bu kadar önemli olan bu teorinin felsefî açıdan da pek çok kayda değer sonucu olmuştur. 20. yüzyıla Newton fiziğinin hâkimiyeti altında girilmişti. Bu fizik anlayışına göre uzay ve zaman, birbirlerinden ayrı ve mutlaktılar. Zaman; uzayın her yerinde ve tarihin her döneminde, çekim gücü, hız ve kendi içinde gerçekleşen olgulardan tamamen bağımsız olarak akan, her gözlemci ve uzayın her noktası için aynı şekilde geçerli, ontolojik yapısı mutlak ve evrensel olan bir varlık olarak kabul ediliyordu. Newton’un çizdiği evren tablosu, deneylerle ve gözlemlerle başarılı şekilde uyum gösterdiği ve sağduyuyla da uyumlu olduğu için ciddi hiçbir muhalefetle karşılaşmadan doğa bilimlerinden sosyal bilimlere, felsefeden teolojiye kadar hemen hemen bütün çalışma alanlarına kayda değer etkilerde bulunmuştu. 19. yüzyılın sonunda birçok bilim insanı, kozmolojideki temel anlayışın artık hiç değişmeyeceğini, ancak ayrıntılarda yeni bilgilerin elde edilebileceğini düşünüyorlardı. Daha önce termodinamiğin birinci yasası ‘enerjinin korunumu yasası’ ve ‘maddenin korunumu yasası’ olarak, enerjinin ve maddenin ayrı ayrı ele alınmalarıyla ifade ediliyordu. Fakat Einstein’ın ünlü E = m · c² (Enerji = Kütle × Işık hızının karesi) formülüyle, birbirlerinden bağımsız görünen bu yasalar birleştirilmiştir.[5] Bu yaklaşımla enerji ve kütle, farklı ülkelerin para birimleri gibi ele alınmaya başlanmıştır; değerleri birbirlerinden farklı olsa da birbirleriyle ilişkilerini gösteren bir formül ( E = m · c²), yani kur oranı vardır.  Einstein, 1915 yılında “genel izafiyet teorisi”ni (general theory of relativity) ortaya koymuştur. Einstein, bu kez kütlesel çekim kuvvetini de işin içine katmış ve bu kuvveti; o güne dek sanıldığı gibi uzay-zamanın düz olmayıp, kütle ve enerjinin dağılımından dolayı ‘eğri’ olmasıyla açıklamıştır. Genel izafiyet teorisine göre cisimler dört boyutlu uzay-zamanda her zaman doğru çizgiler üzerinde gitmelerine karşın üç boyutlu uzayda bize, eğriler çiziyorlarmış gibi görünürler.[8] Bu yaklaşıma göre, Dünya’mıza yakın yerde uzayı en fazla Güneş çökerttiği için, Güneş’in oluşturduğu ‘uzay-zaman çukuru’nun etrafındaki eğrilikte dönmekteyiz.[7] Aslında Newton’un yaklaşımı, gözlenen birçok hareketi rahatça açıklıyordu;, ancak çok hızlı hareket eden cisimlerin hareketini açıklayamıyordu. Özel izafiyet teorisi ile çok hızlı hareket eden cisimlerin hareketinin matematiksel açıklamasının yanında, kütlenin hızla beraber arttığı ve madde ile enerjinin karşılıklı olarak dönüşümü de gösterilmiştir.[9][7] Einstein’e göre: “Gördüğümüz evren aslında üç boyutlu değil, dört boyutludur. Üç boyutlu, dış alemin mekanı sandığımız uzay tasavvuru, gerçekte kuruntu ve yersiz korkuya düşmekten başka bir şey değildir.” Keza olayların, zaman silsilesine göre, birbirini takip ettiğini sanmamız da kuruntudur. Bize göre Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi, 1914 tarihinde başlayan birinci dünya savaşından öncedir, ama başka dünyaların sakinlerine göre İstanbul’un fethi daha sonradır. Yani zaman, tamamen izafi (göreli, göreceli)’dir. 19. yüzyıl bilim insanlarınca yaratılmayı ve yok olmayı kabul etmeyen madde, izafiyet teorisi temsilcileri nezdinde ezeliliğini (öncesiz, ilksiz) ve maddililiğini kaybetmiştir.

 Genel izafiyet teorisi sahiplerine göre derinlik, genişlik, yükseklik ve zamandan meydana gelmiş olan dört boyutlu evren, bütün varlığı içine alamaz. Zamandan, mekandan ve maddeden ayrı boyutlar da vardır. Bu araştırmacıların başında Alman bilgini Ca Lotza gelir. Bu bilim insanı, 1920 yılında 5. boyutun varlığını söylemiştir. İngiliz bilim insanı James Ceanz da: “Bilinen şu maddi evrenin ötesinde gerçekler bulunduğunu” söylemiştir. İzafiyet teorisine göre, her şey izafidir. Yalnız ışık hızı, izafi değil, sabittir ve değişmez. 20. yüzyılda mutlak uzay ve zaman kavramlarının fiziğin ve daha genel olarak felsefenin egemenliğinden kurtulup izafileşmesi, bilimsel düşüncede gerçek bir devrimdir İlk olarak 1905’te Einstein’ın açıkladığı özel görecelik teorisi ile zamanın mutlak ve evrensel olduğu inancı yara almıştır  Paul Davies’e göre Einstein, zamanın gerçekte esnek olduğunu ve hareket yüzünden gerilebileceğini ve bükülebileceğini kanıtlamıştır. Her gözlemci kendi kişisel zaman cetvelini yanında taşır ve o, genellikle başka birininkiyle uyuşmaz. Zaman dinamiktir. Genişleyebiliyor ve bükülebiliyor, eğilebiliyor. Zamanın bu bükülebilirliği bazı insanların ötekilerden daha hızlı hareket etmesine imkân vermektedir. İlk defa duyulduğunda birçok kişiye inanılmaz gelen bu teorinin önermeleri; paradoksları çözen matematiksel yapısının yanında, deneylerle ve gözlemlerle de desteklenmiştir. ‘Bükülmüş uzay-zaman’la ilgili öngörü ilk olarak 1919 yılında, bir Güneş tutulması sırasında, Einstein’ın öngörülerine uygun şekilde Güneş’in yakınından geçen bir yıldızdan gelen ışığın büküldüğünün belirlenmesiyle gözlemsel destek kazanmıştır. Zamanın izafiliğine dair öngörü ise birbirine senkronize edilen saatlerin, uçaklarda uzun yolculuklara çıkarılması ve dönüşte saatlerin karşılaştırılması gibi yöntemlerle test edilmiş ve doğrulanmıştır. Işık hızına yakın hızda yolculuk yapılması veya Güneş’in yüzeyine insan gönderilmesi mümkün olamadığından; zamanın izafiliğiyle ilgili deneylerde ancak saniyenin milyonlarda birlik dilimlerinde izafiyet gözlemlenebilmektedir ama bu bile ‘zamanın mutlaklığı’na dair anlayışın düzeltilmesi gerektiğini göstermektedir. Daha birçok deney ve gözlemle bu teori doğrulanmış, Dünya’nın hemen hemen bütün ünlü fizikçileri bu teorinin makro âlemdeki otoritesini kabul etmişlerdir.[7] Albert Einstein’in özel izafiyet teorisine göre zaman izafi, rölativdir. Yani görecelidir. Zaman hıza, harekete ve mekân-uzaya bağlıdır, Herkesin hızına göre bir zamanı vardır. Tabii bu farklılığı belli bir hıza ulaştığında fark ediyorsun. Örneğin ışık hızının (ışık hızı yaklaşık 300.000 km/s’dir.) yüzde 87’si kadar hızla hareket eden bir kişi için zaman, yeryüzünde yaşayan kişinin zamanına göre iki kez daha yavaş akacaktır. Işık hızının % 99’u kadar hızla hareket eden bir kişi için geçen zamana karşılık dünyadaki geçen zaman on kattır. Örneğin yirmi yaşındaki iki kişiden biri ışık hızının % 99’una ulaşan bir araçla uzayda on yıl seyahat etsin. Bu kişi dünyaya otuz yaşında bir görünümle döndüğünde dünyadaki kişinin yüz yirmi yaşında olduğunu görecektir. Özel izafiyet teorisi; zamanın herkes için, her yerde aynı olmadığını ve aynı hızla geçmediğini göstermiştir. Kısaca, Albert Einstein “Eğer bir bilgin, doğa olaylarını evrensel sistemlere uygun olarak tanımlamak istiyorsa; zaman ve uzay ölçülerini değişmez değil, değişici nitelikler olarak göz önünde bulundurmalıdır.” demiştir. Özel izafiyet teorisi daha sonraları bilim adamlarınca yapılan birçok deneyle ispatlanmıştır ve herkesin bulunduğu yere ve hıza göre bir zamanı yaşadığı anlaşılmıştır. Tam Işık hızına ulaşıldığında ise zaman durur. Ulaşılması ütopik olsa bile ışık hızını geçtiğinde de zaman geriye akar. Özel izafiyet teorisi bizim ortak yaşadığımızı zannettiğimiz zamanın aslında farklı iki kişi için hareketlerinin hızına göre farklı hızda aktığını ve bunun yanında değişik mekânlarda yaşayan kişiler için bile farklı boyutlarda bulunduklarından zamanı birbirlerinden bağımsız yaşadığını ispatlamıştır. Görelilik kuramı dışarıdan karmaşık gibi görünse de aslında inanılmaz sade bir kuramdır. Kuramın sade olmasını sağlayan üç basit kural vardır. Görelilikte tek ve kesin bir referans (başlangıç noktası) bulunmaz. Örneğin herhangi bir nesnenin hızını ya da momentumunu ölçtüğünüzde nesne her zaman başka bir referansa bağlıdır. Görelilik kuramına göre ışık hızı, ölçen kişinin veya cihazın hangi hızda hareket ettiğine bağlı olmaksızın daima sabittir. Hiç bir şey ışıktan daha hızlı hareket edemez. Einstein’in ünlü teorisinin bu basit kurallarından çok önemli anlamlar çıkarılabilir. Örneğin ışık hızı her zaman sabitse, Dünya’nın hızına oranla daha hızlı hareket eden bir astronotun kol saatinin tıklamaları Dünya’da herhangi birinin kol saatinin tıklamalarından daha yavaş tıklıyor demektir. Çünkü görelilik kuramına göre, ışık hızına ne kadar yakın bir hızda hareket ediyorsanız, zaman (size göre) o kadar yavaş geçiyor demektir. Bu olguya “zaman genişlemesi” adı verilir. Şimdi daha anlaşılır olması için cümleyi tekrarlayalım: görelilik kuramına göre, ışık hızına yaklaştıkça “zaman genişlemesi” artar ve bu genişleme (size göre) zamanı yavaşlatır. Ayrıca uzay-zamanın herhangi bir noktasında kütle çekimi ne kadar fazla ise bu alanın içindeki herhangi bir nesne kütle çekiminden dolayı daha hızlı hareket edecek ve bu yine zaman genişlemesine sebep olacaktır. Bu arada, astronotların içinde bulundukları uzay araçları zaman genişlemesinin farklı bir versiyonu olan “boy kısalmasına” uğrarlar.

Yani gökyüzünde yüksek hızda hareket eden bir uzay aracının fotoğrafını çektiğinizde, fotoğrafta uzay aracının gerçekte olduğundan kısa göründüğünü fark edersiniz. Ancak elbette içerideki astronotlara göre her şey normaldir; astronotlar uzay aracının boyunun kısalmasından dolayı araç içinde ezilmemişlerdir ve hala hayattadırlar.[15] gorecelik, izafiyet, relative Einstein’in tren benzetmesi Einstein’ın izafiyet teorisi meşhur tren örneği ile şu şekilde açıklık kazanmaktadır: Aynı mekânda bulunana ancak hızları farklı olan iki gözlemci iki ayrı zaman yaşayacaklardır. Farz-ı misal, A noktasından B noktasına doğru hızla giden bir ve bu trenin üstünde bulunan gözlemcinin elinde de A noktası ile B noktasına bakan bir dürbün var. Aynı biçimde trenin dışındaki bir M noktasında da elinde dürbün bulunan bir başka gözlemci bulunuyor ve bu gözlemci de dürbünüyle aynı iki noktaya birden bakıyor. Acaba her iki gözlemci de aynı olayları görebilir mi? Einstein, buna “Hayır!” diyerek cevap vermektedir. Çünkü bu tren A noktasından B noktasına doğru hızla giderken saat tam 12’de M noktasında olsa ve bu sırada hem A hem de B noktalarına birer yıldırım düşse, M noktasında bulunan gözlemci “saat tam 12’de hem A hem de B noktasında yıldırım düştü.” derken, trenin üzerinde bulunan gözlemci ise A noktasından B noktasına doğru gitti i için A noktasına düşen yıldırımın ışığı trene biraz sonra yetişecektir. Eğer tren A noktasından saniyede 300.000 km. hızla uzaklaşmakta ise, yıldırımın ışığı hiçbir zaman trene, dolayısıyla trenin üzerindeki gözlemcinin dürbünlerine yetişemeyecektir. Bu takdirde ise, trendeki gözlemci “saat tam 12’de B noktasına bir yıldırım düştü; fakat A noktasına yıldırım düşmedi.” diyecektir. Böylece iki gözlemci de aynı mekânda oldukları halde farklı hızlarından dolayı olayları bile farklı görüp zamanı farklı yaşamış olmaktadırlar.
Kaynak

Büyük Hun İmparatorluğu

 Hun İmparatorluğu ve çin

Orta Asya Türk göçleri sırasında göçe katılmayıp Orta Asya’da kalarak Orta Asya’nın doğusunda, Orhun ve Selenga ırmakları çevresinde toplanan ve Hun adı verilen bu Türkler, Çin’in kuzeyine doğru yayılmışlardı. Çinlilerin Hiung-Nu (fiiyung-Nu) dedikleri Hunlar tarafından Orta Asya’da ilk Türk hâkimiyeti gerçekleştirilmiştir. İnsan, halk anlamına gelen Hun adını taşıyan bu Türklerin, Orta Asya’da Büyük Hun, Orta Avrupa’da Avrupa Hunları, Kuzey Hindistan’da da Ak Hunlar adıyla üç ayrı yer ve zamanda siyasi devletler meydana getirdikleri görülmektedir.

Tarihte bilinen ilk büyük Türk devleti Büyük Hun İmparatorluğu’dur. MÖ 7. yüzyılda yapılan Türk göçlerine katılmayan Türk topluluklarınca kurulan Büyük Hun İmparatorluğu, ilk dönemlerde Orhun ve Selenga ırmakları ile Ötüken ve Ordos bölgesinde yaşamışlardır. Büyük Hun İmparatorluğu hakkında ilk bilgiler, MÖ 318 yılına ait Çin ile yapılan ve Çince yazılmış bir antlaşma metnidir. Nitekim Hun Türklerinin akınlarından korunabilmek amacıyla Çin Seddi’nin 3. yüzyılın sonlarında tamamlandığı bilinmektedir. Bu antlaşma ayrıca, Orta Asya tarihinde bilinen ilk yazılı antlaşmadır. İmparator Shih-Huang-ti (MÖ 247-210) Hun akınlarını durdurmak amacıyla, kuzey sınırında inşa edilmiş olan kale ve kuleleri bir duvarla birleştirerek ünlü Çin Seddi’ni meydana getirmiştir (MÖ 214).

1) Teoman Dönemi (MÖ 220-209)


Hunların bilinen ilk hükümdarı olan Teoman’dan, Çin kaynakları Tuman olarak bahseder. Şanyü veya Tanhu unvanları ile de anılan Teoman, birbirinden ayrı yaşayan Türk boylarını birleştirerek tarihte ilk Türk birliğini sağlamıştır. 11 yıl hükümdarlık yapan Teoman Şanyü dönemindeki Türklerin askerî üstünlüklerinde, süvarilerin önemli bir yeri vardır. Çin’e karşı yapılan akınlarda önemli topraklar kazanan Türk süvarileri, Çinlileri zor durumda bırakmakla kalmamış, onları ünlü Çin Seddi bile durduramamıştır.

Teoman’ın en büyük oğlu ve veliahdı Mete idi. Fakat Teoman’ın başka bir eşinden bir oğlu daha vardı. Mete’nin üvey annesi onun yerine tahta kendi oğlunun geçmesini istediğinden Teoman’ı oğlu Mete’ye karşı kışkırtmıştı. Teoman, Yüeçilerin kuvvetli olduğu bu dönemde karısının da etkisinde kalarak Mete’yi Yüeçilere rehin olarak verdi. Ardından da Yüeçilere savaş açtı.

O tarihlerde Hunların en güçlü komşuları Tung-hular (Moğol-Tunguz kabilelerinin oluşturduğu birlik) ile Yüeçilerdi. Mete’nin Yüeçilerin elinde ne kadar süre rehin kaldığına dair bir bilgi yoktur. Bir fırsatını bulunca Mete, Yüeçilerin elinden kurtulmayı başardı. Geri dönmesine sevinen ve takdir eden babası, onun emrine 10.000 kişilik atlı bir kuvvet verdi. Mete çok disiplinli bir şekilde ordusunu yetiştirdi. Babasını, üvey annesini ve kardeşini kendisine bağlı askerleriyle öldürüp, Hun tahtını ele geçirdi. Başka bir rivayete göre ise Mete, bir av sırasında babasını öldürerek Hun tahtına geçmiştir.

2) Mete Dönemi (MÖ 209-174)


MÖ 209 yılında Mete, Şanyü unvanıyla Hun tahtına çıktı. Çin kaynaklarında Mao-tun olarak geçen bu hükümdara Türk tarihçileri Mete demiştir. Dünyanın en disiplinli ordusunu kuran Mete, ülke içindeki karışıklıkları önledi. Bu tarihlerde komşuları güneyde Çin İmparatorluğu, güneybatıda Yüeçiler, doğuda ise Tung-hular’dı .

Mete Han, ilk askerî zaferini kendisinden sürekli toprak isteyen Moğol kökenli Tung-hular üzerine yaptı. Onları ağır bir yenilgiye uğratarak topraklarını ele geçirdi. İkinci seferi için Mete, yönünü batıya, İpek Yolu’na hâkim olan Yüeçiler üzerine çevirdi. Onları da yenen Mete, İpek Yolu’nu kontrolü altına aldı (MÖ 203).

Tatung-Fu (Çin Sındığı) Savaşı (M.Ö.201)

Mete (Mao-tun) döneminde gerçekleşen Tatung-fu Savaşı, Türk askerlik ve strateji dehasının en önemli örneklerindendir. Babası Teoman’ın yerine Hun Devleti’nin başına geçen Mete Han, kısa sürede devlet yönetimi ve askerlik alanlarında gösterdiği başarılarıyla imparatorluğunu güçlendirmiş ve gözünü Çin’e çevirmiştir.

Mete Han, Çin’e karşı askerî bir harekâta girişmeden önce Çin’in kışkırtmalarıyla hareket eden Tunghuları ve Yüeçileri kendi boyunduruğu altına almıştır. Kuzeye ve güneye doğru genişleyerek 26 hanlığı Hun ülkesine katmıştır. Çin sınırına yakın tarlaları ektirerek Çin’i kuşkulandırmadan lazım olan yiyecek ihtiyacını tamamlamıştır. Ordusunu daha da büyüten Mete, ıslık çalan oklar diye bilinen oklarla ordusunu donatmıştır.

Kalabalık Çin ordusuna karşı yapılacak bir harekâtın çok iyi planlanması gerekiyordu. Mete Han’ın planı şöyleydi: Uzun mesafeli, yorucu yürüyüşler yerine; başlangıçta temas kuracak kadar ilerlemek, daha sonra kaçar gibi yaparak geri çekilmek ve düşmanını harekât üssünden uzaklaştırarak kesin sonuçlu bir muharebeyle düşmanı yok etmek. Mete Han’ın asıl ordusu geride, Çin ordusunu çekmek istediği Tatung-fu güneyindeki Sankan-Ho Nehri havzasının arkasındaki dağlarda saklanacak ve diğer küçük bir birlik de Çinlilerle gerçek bir muharebeye girmeden geri çekilecekti. Kış ayları geldiği için Çin İmparatorunun Hunlar üzerine saldırmama olasılığı da vardı. Bu durumu da düşünen Mete Han, ilk olarak Maye şehrine saldıracak ve bu şehrin idaresinde bulunan Han Kralı Tisi’yi kendi yanına çekmeye çalışarak Han Kralı ile Çin İmparatoru Kao-Ti’nin arasını açacaktı. Böylelikle Han Kralına duyacağı öfkeyle Kao-Ti’nin savaştan kaçması muhtemel gözükmüyordu.

Sonbaharın sonuna doğru Tiyanşan Dağları’ndaki yığınağından hareket eden Mete Han’ın ordusu, Çin sınırını aşmıştır. Bir kol; kuzeyden inen yolları gözetmek, Mete’nin harekât üssünü ve asıl ordunun yan ve gerilerini korumak için Tatung’a gitmiştir. Asıl kol da Han Krallığının merkezi Maye şehrini sarmıştır. Han Kralı bu durum üzerine İmparator Kao-Ti’den yardım istemiştir. Fakat bu kadar hızlı bir kuşatma harekâtının olamayacağını düşünen imparator, Mete ile Han Kralının anlaşmış olabileceğinden şüphelenerek yardım etmemiştir. Yalnız kalan Han Kralı, Hunlar ile anlaşmak zorunda kalmış ve ordusunu Mete’nin ordusuna katmıştır. Böylece Mete’nin planlamış olduğu Çin imparatorunu kışkırtma durumu gerçekleşmiştir. Han Kralını Çinliler üzerine salan Mete, krala Çinlilerle kesin bir çarpışmaya girmeden geri çekilme emrini vermiştir.

Sayısı 120 bini aşan birinci ordusunun başında olan İmparator Kao-Ti, Singan-Fu yönünde Han Kralı Tisi’nin ordusunu durdurmuş ve kuzeye doğru kovalamaya başlamıştır. Geri çekilen birlikler, kesin bir muharebeye girmedikleri için yıpranmamış ve Çin ordusu Mete’nin asıl ordusunun olduğu yere doğru çekilmiştir. Çinliler akın kollarını Hansin Geçidi’nde sıkıştırmış, İmparator Kao-Ti bu başarı üzerine Hun ordusunu tamamen dağıtabileceğini düşünerek daha süratli ve hırslı bir şekilde saldırmıştır. Fakat kış şartlarının ağırlaşması ve saldırıdan sonuç alınamaması üzerine askerler umutsuzluğa kapılmışlardır. Kao-Ti, Mete’nin ordusuna iyice yaklaştığını düşünerek Mete’ye elçiler göndermiştir. Mete, asıl ordularını saklamış ve elçileri yanıltmak için yaşlı ve hasta insanları toplayarak onları Hun askerleri gibi tanıtmıştır. Elçiler Kao-Ti’ye verdikleri raporda, Hun ordusunun zayıf ve bitkin olduğunu söylemişlerdir. Kao-Ti, Hunları geriden kuşatmak ve Tatung’a ulaşmak için hareket etmiştir. Bu, Mete’nin planladığı durumdur. Tatung Ovası’na giren 120 bin kişilik Çin ordusu, bir anda çevredeki yamaçlardan gelen 40 bin kişilik Türk askerleriyle karşı karşıya kalmıştır. Mete, askerlerini dört birliğe ayırmış ve her birliğe farklı renkte doru atlar vermiştir. Muharebe tamamlandığında Tatung Ovası’nda koca bir ordu imha edilmiş ve Çin imparatoru kaçarak Peteng Kalesi’ne sığınmıştır. Bu zafer sonunda Çin imparatoru, Mete’nin şartlarını kabul ederek anlaşma yapmak zorunda kalmıştır. Buna göre; Çin prenseslerinden birisi Hunlara gönderilecek ve Çin her yıl vergi verecekti.

Tatung-Fu Muharebesi, Türk askerinin kendisinden sayıca üstün kuvvetlere karşı verdiği savaşlardan sadece biridir. Toplamda 240 bini bulan Çin ordusuna karşı 48 bin Türk askerinin göstermiş olduğu başarı, dünya harp tarihinde Tatung-Fu Muharebesi’nin önemini ve Türk askerî zekasının üstünlüğünü ortaya koymaktadır.

Baideng Savaşı (M.Ö.200)


Baideng Muharebesi, MÖ 200 yılında, Hunlarla Çinliler arasındaki en ünlü çarpışmalardan biridir. Bozkırdan Çin’e doğru daha önce de akınlar olmakta ve küçük çatışmalar yaşanmaktaydı. MÖ 221’de Çin’de siyasi birlik sağlandı ve MÖ 206’da Han Hanedanı iktidara geldi. Bozkırda ise MÖ 209’da Hun yabgusu olan Mete birkaç yıl içinde bozkır birliğini kurmuştu. MÖ 200’e gelindiğinde Çin ve bozkır kendi içinde siyasi örgütlenmeyi tamamlamıştı ve o güne kadarki küçük çaplı çatışmaların yerini büyük bir savaşın alması kaçınılmazdı. İç savaşı bitiren İmparator Liu-pang/Gao-zu daha önce General Meng-tien tarafından inşa edilen kuzey savunmasını tahkim etmeye kalkıştı. Öte yandan Hunlar, iç savaştan yararlanarak aşılması zor Gobi Çölü’nün güneyinde üsler ele geçirmişti ve burayı kaybetmek istemiyorlardı.

Mete henüz kurduğu göçebe koalisyonundan bir ordu oluşturarak Çin sınırını geçti. Operasyon basit bir yağma gibi görünüyordu, ancak gerçek bir taktik ustası olan Mete’nin asıl amacı her yöne (kendi halkına, boyun eğdirdiği göçebelere ve Çinlilere) göz dağı vermekti. Elde edilecek ganimetle hem koalisyondaki diğer boy beylerinin sadakatini temin edecek, hem onları gücüyle korkutacak ve hem de kuzeyde (Hunlara göre güneyde) hareketlenmeye başlayan Çinlilere aba altından sopa göstermiş olacaktı. Gözüpek imparator, Liu-pang/Gao-zu, Mete’nin hareketine karşılık vermeyi kararlaştırdı. Mete maceraperest görünümünün altında temkinli bir stratejistti, Çin içlerine dek girip tuzağa düşmemeye dikkat ediyordu. Çin’in kuzey savunmasındaki en önemli nokta olan Mai Kalesi’ni kuşattı. Kaleyi savunan kişi imparatorun akrabası Han Hsin’di (Aynı dönemde yaşayan ünlü general Han Hsin değil). Prens yardımdan ümidi kesince teslim oldu ve Mete’nin hizmetine girdi. Mete amacına ulaşmış ve İmparator Liu-pang/Gao-zu’yu kışkırtmayı başarmıştı. İmparator Hun belasını def etmek üzere dev bir ordu kurarak kuzeye hareket etti. Mete ordusunu dağlara çekti, bir yandan da sağa sola saldırarak Çinlilere ait her şeyi yağmalıyordu. Düzensiz bir yağmacı izlenimi oluşturarak İmparator’un kendisini takip etmesini sağladı, aslında başından beri yaptığı şey Çin ordusunu tuzağa çekmekti.

Hun ordusunun tamamı süvarilerden oluşuyordu ve kuzeydeki kara ikliminden geldikleri için soğuğa hazırlıklıydılar. Eldivenleri ve kapüşonları vardı. Çin askerleriyse halktan devşirilmiş piyadelerdi ve yüksek dağlarda Hunları kovalarken soğuğun pençesine düştüler. Binlerce Çinli okçunun parmakları dondu ve Çin’in askeri gücünün önemli bir kısmı savaşamaz hale geldi. Bu Mete’nin kurduğu tuzağın ilk parçasıydı. Mete, süvarilerini hızla geri çekerek “Çinlilerin elinden kaçtığı” izlenimini uyandırdı. İmparator telaşlandı, zira önünde iki seçenek vardı. Ya Hunların elini kolunu sallayarak gitmesine göz yumacaktı ya da yalnızca hızlı birlikleri yanına alıp Hunların peşine düşecekti. Liu-pang/Gao-zu riskli olan ikinci yolu seçti. Çin ordusu ikiye bölündü, İmparator küçük ama hızlı bir birliğin başında Hunların peşine düştü.

Geri çekilmekte olan Mete, aniden durup Çinlilerin üstüne saldırdı. Çinliler bu beklenmedik hamle karşısında afallamıştı, Baideng Kalesi önünde Hunlarla karşılaştılar ve ağır bir yenilgiye uğradılar. Baideng Muharebesi, göçebeler tarafından tarih boyunca kullanılacak olan “sahte geri çekilme” taktiğinin ilk örneğidir. İmparator panik içinde kaleye çekildi. Birliklerini toparlayıp durumu değerlendirmeyi umuyordu ancak Hunlar fırsatı kaçırmayarak kalenin etrafını sardı. Mete ordusunu dört tümene ayırıp kalenin tüm çıkışlarını tuttu.

Orduların mevcutları belirsizdir. Çin ordusunun tümünün mevcudu 300.000’in üstündeydi, ancak İmparatorla beraber kaleye sıkışan öncü kuvvetin ne kadar olduğu bilinmiyor. Çin tarihçileri Hun ordusunun mevcudunun 300.000 olduğunu yazsa da bu sayı fazlasıyla abartılıdır, zira göçebelerin toplam nüfusu böyle bir ordu çıkarmaya yetmeyeceği gibi her askerin yanında en az iki at olduğuna ve bu atlar kuşatma sırasında kalenin çevresine dağılıp otla besleneceğine göre Hun ordusunun mevcudu, kabaca çayır miktarına göre sınırlanmalıydı. Buna göre Hun ordusunun mevcudunun da 20.000 ile 40.000 arasında olması gerekir.

Kuşatma yedi gün sürdü. İmparator köşeye sıkışmıştı ve barış için tüm şartları kabule razıydı. Buradan kurtulsa bile düşmanının taktik ve manevra kabiliyetine bizzat tanık olduğu için savaşı sürdüremeyeceğini biliyordu. İmparator, Hunlara barış önerdi. Çinli tarihçilere göre yabgunun karısı “yenge” ile temas kurularak hediyelerle gözü boyandı. Ve karısının etkisinde kalan yabgu barışı kabul etti. Ancak Mete’nin dehasını düşünürsek durumun başka bir açıklaması olabilir. Mete Çinlilerin yüreğine korku salmıştı, fakat kendi gücünün sınırlı olduğunun farkındaydı. Kuşatmayı uzun süre devam ettiremezdi ve Çin ordusunun geriden gelen asıl kısmıyla karşılaşması halinde iki ateş arasında kalabilir, kendisi tuzağa düşebilirdi. Ayrıca barış teklifi oldukça makuldü ve Mete, bir avuç süvariyle Çin’i işgal etmeye kalkışmayacak kadar gerçekçi bir liderdi. Sonuç olarak Çinlilerin şartlarını kabul etti ve belki de güç gösterisini zedelememek için barışa karısının ricasıyla razı olduğu izlenimini oluşturdu.

Mete psikolojik yıpratma taktiğini sonuna kadar uyguladı. Antlaşmadan sonra İmparator’un kaleden çıkmasına izin verdi ancak Çinlilerin geçeceği yolun iki yakasına askerlerini yerleştirip okları İmparator’a çevirtti. Liu-pang/Gao-zu bu korkuyu hayatı boyunca unutmayacak ve Mete’nin tüm tehditlerine boyun eğecekti. Mete daha sonra da Çin’e keyfi akınlar düzenleyip düşmanın yüreğine bıraktığı korkuyu tazelemeyi ihmal etmedi. Ancak Çinliler, Mete hayatta olduğu sürece antlaşmaya uydular. Buna göre Hunlara “hediye” adı altında yıllık vergi veriyor, kuzeydeki ticaret ve savunma bölgesini Hunlara bırakıyor ve yabguya bir prenses armağan ediyorlardı.

Hun-Çin İlişkileri


Mete, Yüeçilerden sonra Çin’e seferlere başladı. Bu sırada Çin’e Han sülalesi hâkimdi. Çinliler, Teoman zamanında, Çin’in kuzeyindeki otlakları Hunlardan almışlardı. Bu toprakları tekrar almak isteyen Mete, Çin’e karşı ilk seferine çıktı. Yapılan bu ilk seferin sonunda Çin sınırındaki Hun otlakları geri alındı (MÖ 201).

MÖ 197’de Çin imparatoru Kao-Ti bunun üzerine ordusuyla Mete’nin üzerine yürüdü. Ordusunu savaşa hazırlayan Mete bu arada bazı Çin beylerini de kendi yanına çekmeyi başardı. Öncü Hun birlikleriyle mücadele etmekten yorulan Kao-Tinin 320 bin kişilik ordusunu Mete, pusuya düşürmeyi başardı ve onları yendi. Kaçan imparator Kao-Ti, Pai-teng yaylasındaki bir kaleye sığınmak zorunda kaldı. İmparatoru takip eden Mete onu kalede kuşattı. Daha sonra barış ve dostluk antlaşması imzalandı (MÖ 197). Bu antlaşmaya göre Çin, Sarı Irmak’ın güney taraflarını Hunlara terk etti. Ayrıca Çin; yiyecek ve ipek vermeyi, yıllık vergi ödemeyi de kabul etti. Bu antlaşma Doğu Asya tarihinde iki büyük devlet arasında imzalanmış ilk uluslararası antlaşmadır.

Mete Han, bütün Çin ülkesini egemenliği altına alabilecek güce sahip olduğu halde, bunu yapmadı. Mete’nin böyle davranmasında Çin topraklarının geniş bir alana yayılmış olması ile Çin nüfusunun çok oluşu etkili olmuştur. Mete, Çin’in fethiyle buralara yerleşecek olan Türklerin Çin kültüründen etkilenerek benliklerini yitirip yok olacaklarını düşünüyordu. Bu nedenle sadece Çin’i baskı altında tutup, vergiye bağlamakla yetindi.

Büyük Hun Hükümdarı Mete, MÖ 174 yılında öldüğünde devletin sınırları; doğuda Kore’ye, batıda Aral Gölü’ne, kuzeyde Sibirya’ya, güneyde ise Çin Seddi ve Tibet yaylası ile Karakurum dağlarına kadar uzanıyordu. Büyük Hun İmparatorluğu’nun askerî ve idari teşkilatı, ekonomik ve sosyal yapısı, hukuk ve sanatı kendisinden sonraki Türk devletlerince de örnek alınmıştır.

3) Ki-ok Dönemi (MÖ 174-160)


Mete Han’ın ölümünden sonra yerine oğlu Ki-ok geçti. Ki-ok, babasının ölümüyle ayaklanan Yüeçilerin üzerine yürüdü ve onları batıya sürdü. Hunlar karşısında tutunamayan Yüeçiler batıya göç ederek MS I.yüzyılda bugünkü Afganistan, Pakistan ve Kuzeybatı Hindistan’da Kuşhan Devleti’ni kurdular.

Ki-ok, MÖ 166 yılında Çin’e sefer düzenleyerek başkentteki imparatorluk sarayını yaktı. Bu seferden sonra Çin ile olan ekonomik ve siyasi ilişkileri geliştirmek için, babası gibi Çinli bir prensesle evlendi. Siyasi amaçla yapılan bu tür evlilikler, genellikle Türk devletleri için istenmeyen sonuçlar doğurmuştur. Kalabalık bir heyetle gelen Çinli prenseslerin ekibinde casuslar da yer aldığından, bu casuslar Türk boyları ve Türk beylerini birbirine düşürmekten geri durmuyorlardı.

4) Kün-Çin (Cün-Çin) Dönemi (MÖ 160-126)


Ki-ok’tan sonra Hun tahtına oğlu Kün-Çin geçti. Çin bu dönemde ekonomik açıdan çok güçlenmişti. Çin’in en büyük amacı Büyük Hun İmparatorluğu’nu ortadan kaldırarak İpek Yolu’na tek başına hâkim olabilmekti. Bunun için çok sinsi bir politika izleyen Çin, Çinli prenseslerin ekibinde yer alan casuslar sayesinde Hun beyleri ile Büyük Hun İmparatorluğu bağlı diğer Türk boyları arasına nifak sokarak iç karışıklıkların ve isyanların çıkmasına ortam hazırladı. Ayrıca Türk ülkesine ticaret yoluyla ipek ve lüks eşyalar sokarak halkı rahata ve lükse alıştırdı. Zamanla ülke içinde huzursuzluklar ve kargaşalıklar çıktı. Bazı Hun beylerinin de Çin İmparatoruna sığınması Hun-Çin savaşlarının çıkmasına zemin hazırladı.

Kün-Çin döneminde uzun süren Çin savaşları, Büyük Hun İmparatorluğu’nu temelden sarsarak yıkıma doğru giden bir sürece soktu. Kün-Çin’in ölümü sonrasında bu süreç hızlanarak, isyanlar ve taht kavgalarının başlamasına neden olmuştur.

Büyük Hun İmparatorluğu’nun Parçalanışı ve Yıkılışı


Büyük Hun İmparatorluğu’nun Çinliler karşısındaki üstünlüğünün sona ermesi, Çinlilerin ödedikleri vergiyi ve ipeği kesmesine neden oldu. Bu durum Büyük Hun İmparatorluğu’nu ekonomik açıdan zor durumda bıraktı. Hunların tekrar güç toplayıp Çin’e karşı başlattıkları başarılı savaşlar sonucu kazanılan zaferler de kalıcı olamadı. Bu olumsuz gelişmeleri değerlendirmek isteyen Çinliler, Hunlara karşı akınlarını artırdılar. Bu akınların sonucunda İpek Yolu’nun hâkimiyeti MÖ 60’da Çinlilere geçmiştir. Bu durum karşısında Hun hakanı Ho-Han-Yeh (MÖ 58-31), Çin himayesine girmekten başka çare olmadığını düşündü. Bu düşünceye kardeşi Çiçi karşı çıktı. Bu düşünceyi utanç verici bulan Çiçi, Ho-Han-Yeh’in hükümdarlığını tanımadı ve devletin siyasî birliği parçalandı, Doğu Hunları ve Batı Hunları olarak ikiye bölündü (MÖ 58).

Batı Hunlarının başına geçen Çiçi, Çu ve Talas ırmakları arasındaki bölgeye yerleşerek ülkesini kurdu. Çiçi bu bölgede çevresi surlarla çevrili bir başkent inşa etti ve Çinlilerle mücadeleye başladı. MÖ 36 yılında Çiçi’nin başkentini kuşatan Çinliler, Çiçi’ye teslim ol çağrısı yaptılarsa da Çiçi kahramanca savaşarak ölmeyi tercih etti. Çin hâkimiyetine giren Doğu Hunları ise, hükümdarları Ho-Han-Yeh’in ölümü ile Çinlilere karşı tekrar mücadeleye giriştiler. Hükümdarları Yu-Tanhu (MÖ 18-46) zamanında tekrar bağımsızlıklarına kavuşarak, kuzeye doğru topraklarını genişletmişlerse de Yu-Tanhu’nun ölümü ile iç karışıklıklar tekrar başladı. Bu olumsuzlukların yanında birde Yu-Tanhu’nun oğulları arasında başlayan taht kavgaları, devletin tekrar Kuzey ve Güney Hunları diye ikiye ayrılmasına neden olmuştur (48).

Kuzey Hunları Çungarya’dan Orhun’a kadar olan bölgeyi, Güney Hunları ise Çin Seddi’nin kuzeyindeki topraklara sahip oldular. Kuzey ve Güney Hunları arasındaki en önemli fark, Güney Hunlarının Çin’e tabi olmasına karşılık, Kuzey Hunlarının bağımsızlıklarını korumak için mücadele etmeleridir. Çin ordularının ve doğudan da Siyenpiler’in saldırıları Kuzey Hunlarını iyice zayıflattı ve 156 yılında Siyenpiler tarafından yıkıldılar.

Hunlarda Devlet Yönetimi


Mete’nin oluşturduğu kavimler federasyonu, ilk göçebe Türk İmparatorluğu olarak Asya topraklarında kurulmuştur. Devlet, soyluluk derecesine göre hiyerarşi içine girmiş boy ve budun topluluğuna dayanırdı. İmparatora Büyük Tanhu adı verilir ve Tanhu’ya bağlı bir hassa birliği bulunur, bu birlik aracılığıyla tüm ülke yönetilirdi. Tanhu ve ailesi ülkenin en iyi sürülerine sahip olup, bu sürüler gene ülkenin en iyi otlaklarında beslenirdi. Tanhu’nun karargâhında bir merkez bürokrasisi gelişmişti ve saray bürokrasisinde okumuş Çinliler kullanılmıştı. Askeri yönetimde, Çin’e karşı savaşırken bile Çin’i bilen Çinliler danışman olarak çalıştırılmıştı. Hun İmparatorluğu, Türkler arasında ilk kez devlet niteliği gösteren bir birlik oluşturmuştu.

Bozkırda, pek uzak köşelere dağılmış boyların yönetimi için boylar sol ve sağ olarak bölünürlerdi. Askeri örgütlenmede de sol ve sağ ayırımı uygulanır, sol genellikle sağa üstün tutulurdu; çünkü güneşi yücelten Türklerde yüz güneye çevrilince sol güneşin doğduğu yerdir. Hunlarda bu durum sol bilge elig ve sağ bilge elig olarak adlandırılırdı.

Bunlar sol ve sağ kanat krallarıydı. Sol bilge elig Büyük Tanhu soyundandı ve veliahttı. Aynı zamanda sol ve sağ orduların komutanı da sayılan bu iki elig sağ ve sol boyların yönetimi ile ilgiliydi. Bunlar genellikle Tanhu’nun kardeş ve oğullarıydı. Çoğu düşman olan zorla bağımlı kılınmış bulunan boy ve budunları yönetebilmek için sağ ve sol eliglerin küçük oranda da olsa doğrudan kendilerine bağlı bir askeri güce ve büyük sürülerini otlatacak insanlara gereksinmeleri vardı. Bunu, onlara ayrılmış boy ya da budun yerine getirirdi. Göçebe sistemde toprak değil, boy ve budun paylaşılır, toprak ikinci planda kalırdı. Yerleşik feodal sistemde ise paylaşılan topraktı. Eligler bu çekirdek ordu ve boya dayanarak öteki özerk boyları yönetirlerdi. Onların hemen altında sağ ve sol doğru kralları vardı ki, Hunlar bunlara dört köşe adını verirlerdi. Daha alt köşede de altı köşe adını alırlardı.

Hunlar’da Tanhu’nun boyundan başka ayrıcalıklı ve soylu sayılan dört boy daha bulunurdu. Çin kaynaklarına göre bu boyların ikisi sağda-batıda, ikisi de solda-doğudaydı. Bu soylu boyların, Doğu’ya ve Batı’ya doğru göç etmeleri, onların da beylerinin önderliğinde bağımlı boyların yönetimine katıldıklarını gösterir. Bu soylu boylardan hepsinin Tanhu soyuna akraba oldukları belirtilir.

Ordu yalnızca soylu boyların ve köle olmayan özerk boyların sağlayacağı askerlere dayanmazdı. Savaşta yenilen ve köleleştirilen boylar da aynı biçimde asker sağlamakla yükümlüydü. Bu nedenle Mete Han bozkırda yüzyıllar boyu kullanılacak ve Cengiz Han zamanında geliştirilecek olan onlu düzenleme sistemini geliştirmişti. Ordu, her birinin başlarında şefleri bulunan 10,100,1000 kişilik bölümlere ayrılmıştı. Onbaşı, yüzbaşı, binbaşı, tümenbaşı deyimleri bu düzenlemeden ileri gelmekteydi. Bu birlikler boylar çerçevesinde gerçekleştirilirdi. Büyük aile 10, boy 100, budun ise 1000 asker sağlamakla yükümlüydü. Bazen bu rakamlar boyların ve budunların durumlarına göre değişmeler gösterebiliyordu. Bu türlü birimler Tanhu’nun, ili 24 changa ayırmasıyla bütünleşebilirdi. Tepede sol ve sağ eligler ve her iki kanatta da onbirer askeri şef vardı. Toplam sayıları iki elig ile birlikte 24’tü. Bu 24 şef içinde kağan soyundan gelen prensler ile büyük askeri şeflerin karmaşık bir hiyerarşisi bulunmaktaydı. Şefler derecelerine göre az çok kalabalık bir askeri birliğin komutanı olurlardı.

Diğer yandan, askeri sistem mülki yönetimin de temelini oluşturmaktaydı. Bu sistem akrabalığa dayalı sistemi yıkarak merkeziyetçi bir yönetim getirmişti. Hun devletinde boylar merkeziyetçi bir yapıda yaşamışlardı. Askeri şef, genellikle komuta ettiği askerlerin beyi idi. Bazen, kavim kökünden kopmuş askeri şefler kullanılmışsa da, yöresel beyler yönetimindeki boy örgütlenmesi ve boy dayanışması eskisi gibi olurdu. Barış zamanında bir boyun askerleri geleneksel beyinin yanında çobanlık yapardı. Hem beylerine, hem de beylerinin aracılığıyla Hun devletine vergi öderdi. Boylar sistemi ile Hun devletinin yönetim düzeni geniş ölçüde birbirine girmiş ve özdeşleşmişti. Hun devlet örgüsü kavim sisteminin üzerine akıllıca örtülmüş bir örtüydü. Düzenli toplanan bir kurum olmamakla beraber boy ve budunların işleriyle imparatorluğun politikası arasında eşgüdümü sağlamak için zaman zaman toplanan kurultay kağan ailesini, büyük askeri şefleri, boy ve budun beylerini bir araya getirirdi. Ekonomik işler ve askeri seferler iyi gittiği sürece Tanhu ve devlet güçlü görünürdü. Çin ve Türkistan yiyecek göndermeyince devletin ve imparatorun durumu sarsılır ve bu durumda, bağımlı yaşayan boy ve budunların merkeze karşı ayaklandıkları sık sık görülürdü. Eldeki bilgilere göre Hun devleti, vergi ve asker sağlamakla yetinen ve bağımlı boy ve budunların iç düzenlerine pek az dokunan, ince bir bürokrasiye ve hiyer arşi biçimde sıralanmış boy ve budunlara dayanırdı. Köle durumundaki boylar bile vergi ve hizmet yükümlülükleri dışında özerkliklerini korurlar ve kendi ekonomik uğraşlarını sürdürürler, kendi hayvan sürülerini yetiştirebilirlerdi. Bozkırda bir süre sonra boylardan birisi büyüyerek diğerlerine egemen olurdu. Efendi-köle ve boy ilişkisi bir sömürü düzeninin varlığına karşın geçici bir durumdu. Boylar içindeki gelişmeler, soylular ve karabudun ilişkisi önemli ve anlamlıydı. Nitekim, Tunguzlar örneğinin gösterdiği üzere, köle boyların beyleri ve ileri gelenleri de, Hun beyleri ve askeri şefleri arasında yer alırdı.