Ragnarog Günü İskandinav Mitolojisi


Ragnorok Günü (ya da Ragnarök), İskandinav mitolojisinde kıyamet günü de denilen Kozmos’un içindeki her şeyin sonunun gelmesi olayıdır. Tanrıların ölüp dünyanın sonunun geleceği gündür. Ragnarok yaşandığı sırada, yalnızca insanların değil, Tanrılar ve diğer canlıların da yok olacağına inanılmaktadır.

Ragnarok” sözcüğü, bileşik bir sözcüktür. Sözcüğün birinci öğesi olan ragna-, “reginn” sözcüğünün iyelik eki almış çoğul halidir. Sözcüğün ikinci öğesi olan -rok ise ‘harikalar, yazgı, kıyamet’ anlamına gelmektedir. Bu yüzden, “Ragnarok” sözcüğü, tam olarak “tanrıların harikaları yazısı” anlamına gelmektedir. Fakat sözcüğün ikinci öğesi, “alacakaranlık” anlamına gelen çok daha eski bir sözcük olan “Røkkr” ile karışmıştır.
Kaynak
Seo

Albert Einstein'in Beyni Kaç Bölümde İncelendi?


20. yüzyılın odamı Albert Einstein'in 40 yıldır kavanozda bekleyen beyni üzerinde yapılan bir araştırma, Einstein'nn beyninin bir bölümünün anormal geliştiğini gösterdi. Einstein sağlığında beyin üzerinde çalışmalar yapıyordu ve bir biyografisinde ölümünden sonra kendi beyninin de incelenmesini istediğini yazmıştı. Ama şüphesiz beyninin başına ne geleceği aklının ucundan bile geçmemiştir. Einstein öldüğünde otopsiyi yapan doktor Thomas Harvey, bu sırada beyni yerinden çıkardı ve bir kavanozun içine koydu. Dr. Harvey, beyni incelemek için Einstein'in ailesinden önceden izin almıştı. Harvey, beyni 240 parçaya bölerek incelemeler yaptı. Fakat bu incelemeleri hiçbir yerde yayınlamadı.

Harvey, 1996'da Amerikan McMaster üniversitesine gidip araştırmacıların Einstein'in beynini incelemek isteyip istemeyeceklerini sordu. Bu araştırmacılar Harvey'i kesinlikle daha önceden tanımıyorlardı. Araştırma ekibinin başkanı Sandra F. Witelson, Harvey'in Einstein'a otopsi yapan patolog olduğunu öğrendiğinde teklifini hemen kabul etti. Harvey beynin birkaç parçasını bu araştırmacılara verdi.


Einstein'in beyni McMaster üniversitenin beyin bankasındaki beyinlerle kıyaslandı. Araştırma sonuçlarında Einstein'in beyninde beynin çalışmasını sağlayan oligopdendroglia'nın daha çok bulunduğu tespit edildi. Einstein'in beyninde bulunan normalden farklı özellikler onun neden üstün bir fizik bilgini olduğunu açıklıyor. Einstein'in beyninin alt parietal bölgesi normal bir beyinden %l 5 oranında daha geniş. Bu genişliğin sebebi parietal bölgedeki bir yarığın beynin normalden farklı şekilde oluşmasını sağlaması. Bu sayede beyin hücreleri ve nöronlar birbirleriyle daha iyi bağlantı kurabiliyor ve daha kolay beraber çalışabiliyor.


 Bulguların Einstein'in neden bir matematik dehası olduğunu açıkladığını düşünüyorlar; çünkü Einstein'in beyni genel olarak diğer beyinlere benziyorsa da, beynin matematiksel düşünce ve boyutlu, hareketli düşünebilme yeteneğinin kontrol edildiği merkez Einstein'da normal beyinlere göre çok daha büyük, İngiliz bilim yayın organı The Lancet'e konuşan, araştırma heyetinin başkanı Prof Sandra Witelson, Einstein'in beyninde tespit ettiğimiz sıradışı anatomi onun nasıl farklı düşünebildiğini açıklıyor.

Einstein, kendi bilimsel düşünme sistemini "Kelimelerin pek bir fonksiyonu yoktur" sözleriyle anlatırdı. O, kelimeler yerine görsel boyutla ilgiliydi ve şekillerle düşünürdü" diyor. Einstein'in beyni 35 erkek ve 56 kadınınkiyle kıyaslandı. Bu insanların ortalama zekâ seviyesi M 5. Bu beyinlerin sahipleri arasında şarkıcılar, mimarlar ve işçiler gibi değişik gruplardan insanlar var. Einstein'in beyninde parietal bölgedeki farktan başka herhangi bir fark yok. Einstein'in beyni diğer beyinlerle kıyaslandığında aynı ağırlıkta. Aşağıdan yukarı ve önden arkaya ölçüldüğünde de hiçbir fark yok. Wiltelson araştırma sonuçlarında zeki olmak için büyük bir beyne gerek olamadığının ortaya çıktığını söylüyor. Araştırmalarda Einstein'in çok üst bir zekâya sahip olmasının 2 sebebi olduğu belirtiyor: Einstein'in beyninin aşağı bölgelerinin yüzde 15 oranında daha geniş olması ve Sylvian çatlağı denilen yarığın daha az olması. Sylvian çatlağı beynin yanında bulunuyor, doğuştan geliyor ve gelişimle değişmiyor. Einstein küçükken kafası doğumdan hemen sonra biçimsiz olduğu ve konuşması geç geliştiği için annesini çok endişelendirmiş. 3 yaşında konuşmaya başlamış ve bu yaştan sonra da konuşma zorlukları çekmiş. Dr. Witelson, Einstein'in beynindeki farklılığın nereden kaynaklandığını bilmemekle birlikte genetik olduğuna inanıyor. Beyni araştırmalar için McMaster Üniversitesi'ne götüren Dr. Harvey'in özellikle McMaster üniversitesini seçmesinin sebebiyse araştırma ekibinin başkanı Dr. Witelson'un 1982'de oluşturmaya başladığı beyin bankası. McMaster Üniversitesi'nin beyin bankasında bulunan beyinlerin sahipleri ölmeden önce tam anlamıyla bir zekâ ve yetenek testinden geçirilmiş ve yaşlara göre kategorize edilmiş oluyor.
Kaynak
Burs 

Türk tarihinin paha biçilmez hazineler

Prof. Dr. Hüseyin Yurttaş'ın açıklaması Türk tarihinin paha biçilmez hazineleri: Kümbet ve türbeler - Tarih boyunca Anadolu'nun en önemli yerleşim alanlarından Erzurum 'da Saltuklular, Anadolu Selçuklu Devleti, İlhanlılar ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında yapılan kümbet ve türbeler, ait oldukları döneme ait taş süsleme ve estetik anlayışının en değerli eserleri arasında yer alıyor - Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hüseyin Yurttaş: - "Nerede türbe görürseniz anlayın ki orada Türkler vardır. Kümbet ve türbeler geçmişe ışık tutmak açısından önemli yapılardır"ERZURUM (AA) - FAHRETTİN GÖK - Erzurum 'da Saltuklular, Anadolu Selçuklu Devleti, İlhanlılar ve Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde yapılan 20 civarında nadide kümbet ve türbe, Türk tarihinin paha biçilmez hazineleri arasında bulunuyor.Bölgeler arası ulaşım imkanlarının yanı sıra su kaynakları ve tahıl üretimi için müsait ovalarıyla Anadolu'nun en önemli yerleşim alanlarından Erzurum , önemli tarihi yapılarıyla dikkati çekiyor.Yörede hüküm süren Saltuklular, Anadolu Selçuklu Devleti, İlhanlılar ve Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde yapılan ve bugüne ulaşan en önemli eserlerin başında kümbet ve türbeler yer alıyor.Kentin farklı noktalarında yer alan Üç Kümbetler ile Habib Timurtaş Baba, Rabia Hanım, Cimcime Hatun, Karanlık ve Gümüşlü'nün de aralarında bulunduğu çok sayıda kümbet ve türbe, ait oldukları dönemin taş süsleme ve estetik anlayışının örneklerini barındırıyor.Yapımlarına 13'üncü yüzyılda başlanan bu tarihi yapılar arasında kentin sembollerinden kabul edilen, Yakutiye ilçesindeki Selçuklu eseri Çifte Minareli Medrese ve kümbeti ise Anadolu'nun önemli eserleri arasında yer alıyor.Kentteki tarihi yapılar, her yıl on binlerce yerli ve yabancı turist tarafından ziyaret ediliyor.


Türk tarihi ve geleneklerinde önemli yer tutan kümbet ve türbeler, misafirlerini adeta geçmişten bugüne uzanan bir yolculuğa çıkarıyor. - "Üç Kümbetler, kentin Türk dönemine ait ilk eserlerinden"Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hüseyin Yurttaş, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Erzurum 'da Türk dönemine ait ilk eserlerin Saltuklulara ait olduğunu, "Üç Kümbetler" şeklinde anılan mezar anıtlar topluluğunun bir bölümünün bu dönemde yapıldığını belirtti. Bu alandaki Emir Saltuk Türbesi'nin Anadolu türbe mimarisinin ilk ve nadide örneklerinden olduğunu anlatan Yurttaş, "Mezar anıtı mimarisi itibarıyla Emir Saltuk Türbesi gibi Anadolu'da başka bir yapı yok. Daha sonra Anadolu Selçuklu türbe mimarisi olarak değerlendirebileceğimiz bir mezar anıtı yapma geleneği oluşmuş." dedi. Karanlık ve Gümüşlü kümbet, Rabia Hanım, Cimcime Hatun türbelerinin İlhanlılar döneminde 14'üncü yüzyılda inşa edildiğini bildiren Yurttaş, ardından Osmanlı döneminde türbe mimarisinin ön plana çıktığını dile getirdi. - "Nerede Türbe görürseniz anlayın ki orada Türkler vardır"Kümbetlerin mezar anıtları olduğunu, türbelerin de şekil ve mimari itibarıyla yapım dönemlerine ait farklılıklar barındırdığını belirten Yurttaş, şunları kaydetti:"İslamiyet her ne kadar mezar üzerine yapı yapmayı hoş görmemişse de bir gelenek de var. Nerede türbe görürseniz anlayın ki orada Türkler vardır. Kümbet ve türbeler geçmişe ışık tutmak açısından önemli yapılardır. Türkiye'de vatandaşlar mezar anıtlarına son derece saygılı yaklaşır. Camiye belki zarar verebilir, medreseye zarar verebilir, bir başka yapıya zarar verebilir ama bir saygı veya belki korku ifadesi de olabilir, mezar anıtlarına pek fazla el değmemiştir. Türk halkı çok saygılıdır ve bu yapıları gezerken de büyük bir huşuyla gezer.
Kaynak

Atatürk Ve Cumhuriyet Detaylı Anlatım

Prof. Dr. İsmet Giritli
Atatürk Araştırma Merkezi Bilim Kurulu Eski Üyesi



29 Ekim, 29 Ekim 1923'te ilân edilen cumhuriyetimizin yıl dönümüdür. Millî Mücadele sırasında “Cumhuriyet” fikir ve ideal olarak yaşamış, Cumhuriyete yönelme bir amaç olmuştur. 23 Nisan 1920'de TBMM toplanmış, fakat Cumhuriyetin ilânı Millî Mücadele'nin tamamlanmasından sonraya kalmıştır. 29 Ekim 1923'te ilân edilen Cumhuriyet, kademe kademe içerik bakımından da demokratik nitelik kazanan gelişmeler göstermiştir.

“Cumhuriyet” kelimesi dilimize Arapça “halk”, “büyük kalabalık” kelimesinden gelmiştir. Bu kelimenin Fransızca karşılığı “La Republique”, İngilizce karşılığı “The Republic” olup, “kamuya ait şey”, “kamu malı” anlamına gelen Latince “Res Publica” kelimesinden türemiştir.


Kısaca Cumhuriyet halkın yönetimidir. Cumhuriyeti yaşatacak tek güç, politikacının ve yurttaşın siyasal ve ahlaki değerine dayanan “kamu yaran” düşüncesidir. Bu yönü ile cumhuriyet bir kişi ya da zümre yararına değil, kamu yararına dayanan ve kamu yararına göre yönetilmesi gereken devlet şeklidir. Eski Yunan şehirlerinde ve Orta Çağlar'daki “Venedik” ve “Ceneviz” Cumhuriyetlerinde yöneticileri, bir avuç ayrıcalıklı kimseler seçtiği halde, modern çağlarda seçim hakkı bütün vatandaşlara tanınmış, yani “Aristokratik Cumhuriyet”, “Demokratik Cumhuriyet”e dönüşmüştür. Günümüzde, Orta ve Güney Amerika'daki askerî ve cunta diktatörlükleri ile Marksist-Leninist teoriye dayanan Çin Halk Cumhuriyeti ise batılı ve modern anlamda demokratik cumhuriyetlerin özelliklerini taşımazlar. Çünkü çağdaş cumhuriyet bir sınıfın ya da zümrenin değil, Türkiye Cumhuriyeti gibi halkın egemenliğine dayanan “Demokratik Cumhuriyet”tir.

Osmanlı düşünürlerinin, Osmanlı Devletinin batmaktan kurtarılması amacını güden fikirlerinde esas hedef Cumhuriyet değil, “Meşrutî Monarşi” olmuş, Fransız İnkılâbı'nın fikrî ürünü olan ve “istibdat ve baskıya karşı insan kişiliğine değer veren Cumhuriyet” ancak Osmanlı Devletinin yıkılışı ile birlikte aranılan rejim olmuştur. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Cumhuriyet fikrinin Mustafa Kemal tarafından ilk defa kuvvetle ortaya atılmasında Fransız İnkılâbı'nın etkisi olduğunu söylemekte, Münir Hayri Egeli, daha 1906'da Atatürk'ün en beğendiği devlet şekli olarak Cumhuriyeti dile getirdiğini yazarken, Mazhar Müfit Kansu, Mustafa Kemal'in henüz Erzurum Kongresi açılmadan, zamanı gelince hükümetin şeklinin Cumhuriyet olacağını kendisine söylediğini “Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber” eserinde anlatmaktadır. Sivas Kongresi'nden sonra İngiliz Amirali de Robeck, Lord Curzon'a gönderdiği raporda, Türkiye'deki gelişmelerin bir Cumhuriyet'e doğru yöneldiğini yazmakta, İngiltere'nin 14-21 Kasım 1919 tarihli İstanbul'daki istihbarat teşkilâtının haftalık raporunda, kararları beğenmezse, Anadolu'daki Milliyetçilerin Cumhuriyet ilân edeceği bildirilmektedir.


Bilindiği gibi 12 Ocak 1920'de İstanbul'da toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi, Misak-ı Millî'yi ilân edip, 16 Mart 1920'de işgal kuvvetlerinin tehdidi sonucu dağıtılınca, Mustafa Kemal 23 Nisan 1920'de Ankara'da olağanüstü yetkilerle Millet Meclisi toplayarak, 20 Ocak 1921 tarihli Anayasa'da millî egemenlik prensibi ilk defa açıkça ilân edilmiş, bu ise Prof. Ali Fuat Başgil'in deyimi ile reisicumhursuz bir Cumhuriyetin kurulması anlamına gelmiştir. Lozan'da Türk milletini, Millî Mücadele'yi yapan TBMM hükümetini temsil etmesi için Meclis, 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırmış, 11 Ağustos 1923'te toplanan İkinci Meclis 24 Temmuz 1923'te imzalanmış olan Lozan Barış Antlaşması'nı tasdik etmiş, 13 Ekim 1923'te Ankara'yı başkent ilân etmiştir.

Mustafa Kemal'in 22 Eylül 1923'te, “Wiener Neue Freie Presse” muhabirine verdiği demeçte, ilk defa “Cumhuriyet” kelimesini ortaya atmasının ülke içinde ve dışında büyük yankısı olmuştur. 28 Ekim 1923 günü Mustafa Kemal arkadaşlarına “Yarın Cumhuriyet ilân edeceğiz.” diyerek, 20 Ocak 1921 Anayasası'nı bu yönde değiştiren taslağı hükümet bunalımına çare bulamayan Halk Fırkası'na sunar. Fırka'nın aldığı karan da 29 Ekim akşamı TBMM'ye sunmuş, tasarı oybirliği ve “Yaşasın Cumhuriyet” sesleri ile kabul edilirken, Mustafa Kemal 158 üyenin oybirliği ile Cumhurbaşkanlığı'na seçilmiştir. Görülüyor ki Cumhuriyetin ilânı, tarihî gelişmenin ve millî egemenlik ilkesinin uygulanışının sonucu olmuş ve kademe kademe bütün vatandaşların yararlandığı ve katıldığı demokratik siyasî rejime dönüşmüştür.

Atatürk İnkılâpları'nın en büyüğü; millî egemenliğe dayalı, tam bağımsız, millî, çağdaş ve lâik Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmasıdır. Bu nedenle Amerikalı meslektaşımız Prof. Dankward A. Rustow, bir makalesine “Atatürk as Founder of State- Devlet Kurucusu Olarak Atatürk” başlığını koymuştur. Hiç şüphe yok ki T.C sömürgecilikten kurtulmuş bazı Asya ve Afrika toplumlarında olduğu gibi yoktan var edilen tarihsiz ve köksüz bir devlet değildir. Çünkü Türk milletinin gerilere uzanan köklü bir devlet geleneği olduğu gibi, yıkıntıları üzerinde TC'nin kurulduğu Osmanlı İmparatorluğu 600 yıllık tarihinde çok yüksek askerî ve siyasî düzeye ulaşmış, çağının en güçlü devletleri arasında yer almıştır.

Ancak T.C.'nin doğuşunda bu zengin mirası görmezlikten gelmek ne kadar yanlışsa, yeni devletini Osmanlı İmparatorluğu'nun bir devamı sanmak o kadar yanlıştır-. Kısaca; Osmanlı İmparatorluğu'ndan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçişte, değişim unsurları ile süreklilik unsurları bir arada bulunmaktadır. Gerçekten Türkiye Cumhuriyeti'nin yapısında ülke ve insan topluluğu unsuru bakımından değişiklikler olmuş ve çok milletli imparatorluktan millî devlete geçilmiştir. Başka bir deyimle imparatorluk, bazen Osmanlılık bazen İslâmlık bağlarından yardım ummuş ve fakat bunu başaramamış çok milletli bir devlet oluşuna karşılık, T.C. insan unsuru Türk milletine dayanan tam anlamı ile yeni bir devlettir.

29 Ekim 1923 tarihi; yarı-bağımsız Osmanlı İmparatorluğu'ndan tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti'ne geçişi ifade eder. Çünkü Avrupa siyasî çevrelerinde Osmanlı İmparatorluğu'nun son yüzyıllarda “hasta-adam” olarak anıldığını ve “doğu sorunu” adı altında mirasının nasıl paylaşılacağının açıkça konuşulduğunu biliyoruz. Atatürk'ün İzmir İktisat Kongresi'ni açış konuşmasında dediği gibi, “Bir devlet ki kendi tebaasına koyduğu vergiyi yabancılara koyamaz, gümrük resimlerini düzenlemekte yasaklanmış ve yabancılar üzerinde yargı hakkını uygulamaktan yoksun ise, böyle bir devlete bağımsız denilemez”. Bu nedenle Atatürk'ün ısrarla vurguladığı iki ilkeden biri, tam bağımsızlık diğeri ise; millî egemenliktir.

Evet, saltanatın yerine cumhuriyete geçiş kişisel egemenlikten millî egemenliğe geçiştir. Esasen TBMM saltanatın kaldırılışından önce, 20 Ocak 1921 Anayasası ile, millî egemenlik ilkesini açıkça ilân etmiştir. Çünkü çağdaş toplum ve devlete yakışan yönetim ancak millî egemenliğe dayalı yönetim olabilir. Mustafa Kemal saltanatın kaldırılması görüşmelerinde şunları söyler: “Cihan tarihinde, bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osman devleti tesis eden Türk milleti, bu defa doğrudan doğruya, kendi nam ve sıfatında bir devlet kurmuştur. Millî mukadderatını eline alarak, millî saltanat ve egemenliği bir şahısta değil, milletçe seçilmiş vekillerden meydana gelen mecliste temsil etmiştir. Kısaca yeni Türk devleti “eşhas devleti” değil, “halk devleti”dir. Millî egemenlik bütün kişisel yönetimlere karşıdır. Türkiye Cumhuriyeti'nde tacidar yoktur, diktatör yoktur ve olmayacaktır. Devletin başında tek bir kuvvet vardır o da millî egemenliktir”.
Kaynak

Halikarnas Mozolesi'nin Mezarı

halikarnas eski mezarlar

Karia kralı Mausolus'un mezarı, antik Yunan kenti Halikarnassos'ta, şu an Bodrum olan Türkiye'de, M.Ö 353 ile 350 yılları arasında Mausolus'un kız kardeşi, karısı ve ardılı olan Artemisia tarafından yapılmıştır. Karia'daki Halikarnassos Dorian Hexapolis'in bir üyesiydi ve daha sonra ligden kovulduktan sonra Karya I Artemisia'da kontrol edildi. Mausolos ve Artemisia, 24 yıl boyunca Halikarnas ve çevresine hükmetti. Mausolus'un MÖ 353'teki ölümünden sonra, Artemisia onu Karia'nın II. Artemisia'sı olarak başardı ve kocasının şerefine bir tepenin üzerine muhteşem bir mezar inşa etmek için zamanın en iyi sanatkarlarını görevlendirdi. Daha sonra Mausolus'un mezarı, “mozole” kelimesinin kökeni ve antik dünyanın yedi harikasından biri oldu.

Yaklaşık 45 m yüksekliğinde ve öncelikle mermerden yapılmış çok düzeyli bir yapı iki Yunan mimar, Pytheos ve Satyros tarafından tasarlandı. Mezarın dış duvarı boyunca tanrı ve tanrıçaları tasvir eden birçok heykel vardı. Bu projede, Bryaxis, Paros Scopas, Timotheus ve Leochares gibi heykeltraşlar da dahil olmak üzere komşu ülkelerden çeşitli sanatçılar kullanılmıştır. Mezarın içi savaşta birçok hayvan heykeli ve Yunan ve Amazon savaşçılarının heykel kısmalarıyla süslenmiştir. Mezarın çatısı 24 basamaklı basamaklı bir piramit biçimindeydi ve yapının tepesine Pytheos tarafından oyulmuş dört büyük at tarafından çekilen bir arabada Mausolos ve Artemisia heykelleri yerleştirildi.

MÖ 334'te, Halicanassus Perslerin kuşatması sırasında Büyük İskender'in ordusuna karşı ciddi hasar aldı. Mezar, 13. yüzyılda meydana gelen depremlerle de tahrip olmuştur. Türbenin yalnızca üssü hala 1404 yılına kadar tanınabildi. 16. yüzyılda, türbeye Rodos Şövalyeleri tarafından baskın yapıldı. Bugün mezarın geri kalan bölümlerinin bir kısmı Bodrum kalesinin duvarlarında görülebilmektedir. Diğer eserler ile birlikte, 1846 civarında Charles Thomas Newton tarafından yapılan kazıda Mausolus ve Artemisia heykelleri bulundu. Bu heykeller restore edildi ve British Museum'da sergilendi.

Nemrut Dağı Anıt Ve Kralların Mezarları

nemrut dağı, mezar, ve anıtlar

Nemrut Dağı (2552m), Türkiye'nin güneydoğusunda, Adıyaman'a 87 km uzaklıkta, Fırat Nehri vadisinin üzerinde, Toros Dağları'nın bir parçasıdır. Kommagene Krallığının (M.Ö. 163-72 MS) Antiochos I (M.Ö. 69-36) mezarlarının geniş kalıntılarıdır. Seleucid İmparatorluğu'nun (M.Ö. 312 M.Ö. 636) M.Ö. 3. yüzyılın sonlarında MÖ II. Seleucid kralı Büyük Antiochus'un hükümdarlığı döneminde Kommagene kontrolünü kazandığına inanılmaktadır. Bu kontrol c'ye kadar sürdü. MÖ 163, yerel satrap, Kommagene'li Ptolemaeus, Seleukos kralı Antiochus IV Epiphanes'in ölümünden sonra kendisini bağımsız bir yönetici olarak kurdu. Kommagene Krallığı, İmparator Tiberius tarafından bir Roma eyaleti yapılıncaya kadar MS 17'ye kadar bağımsızlığını korumuştur. I. Mithridates, güçlü devleti oluşturmak için bölgedeki Persleri, Makedonları ve diğer toplulukları bir araya getirdi. Mithridates I'den sonra Antiochos I (M.Ö 69-36) Conmmagene kralı oldu ve krallığını Suriye, Mezopotamya ve Roma arasındaki önemli ticaret yollarında stratejik bir kavşak olarak geliştirdi.

Nemrut Dağı'nın tepesindeki sığınak Antiochos I tarafından bir mezarlık anıtı olarak yapıldı. 50 m yüksekliğinde ve 150 m çapında ve 50.000 metreküp çakıldan oluşan konik şekilli bir tümülüstür. Tapınakta Doğu, Kuzey ve Batı taraflarında üç teras vardı. Bir zamanlar üçünü de süsleyen heykellerin kalıntıları, Antiochus'un muhteşem yapısının büyüklüğü ve ihtişamı hakkında bir fikir veriyor. Apollo, Zeus, Herkül ve Antiochos I muazzam başkanları ve birkaç Yunan ve Pers tanrısı çevreliyor. Kompleks ayrıca bir mağara sarnıcı, bazı kabartmalar ve sütun kalıntıları içermektedir. Kommagene, Zerdüşt inancını uygulayan ve tanrılara Zeus-Orimasdes ve Apollo-Mithras gibi birleşik Doğu ve Batı isimleriyle ibadet eden yarı İranlı insanlar olarak tanımlanmıştır.

1881 yılında Alman Arkeolog Karl Sester tarafından yeniden keşfedildi. Siteyi 1883 yılında İstanbul Arkeoloji Müzesi'nin kurucusu ve yöneticisi Osman Hamdi Bey ziyaret etti. 1984 yılında, Münster Üniversitesi'nden Friedrich Karl Dörner başkanlığındaki Alman arkeologlar anıtları araştırmaya ve restore etmeye başladı. Antakya mezar odası henüz bulunamamıştır.
İnsülün Direnci

Tarihi Miras Göbekli Tepe

göbekli tepe kazıları

Göbeklitepe, Şanlıurfa ilçesinin 15 kilometre kuzeydoğusunda, Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu bölgesinde bir dağ sırtı üzerine inşa edilmiş bir Neolitik tapınaktır. Göbeklitepe'nin bilinen en eski insan yapımı dini yapı olduğu söylenir.

Göbeklitepe, bir tepenin üstüne yerleştirilmiş, çoğunlukla dairesel ve oval şekilli yapılar dizisidir. Kazılar, Göbeklitepe'nin iki aşamada inşa edildiğini ortaya çıkarmıştır. İlk aşama, MÖ 9.000 kadar erken inşa edildi. İlk kazı, 1964 yılında İstanbul Üniversitesi ve Şikago Üniversitesi tarafından yapıldı ve tepenin tamamen doğal bir özellik olamayacağını kabul etti ve Bizans mezarlığının altında durduğunu iddia etti. 1994 yılında, Alman Alman Arkeoloji Enstitüsü'nde çalışan arkeolog Klaus Schmidt, siteyi ziyaret etti ve aslında çok daha eski bir Neolitik alan olduğunu kabul etti. 1995'ten beri, Alman Arkeoloji Enstitüsü ve Şanlıurfa Müzesi tarafından Schmidt yönetiminde kazılar yapılmıştır.

Her yuvarlak yapının çapı 10 ila 30 metre arasındadır ve tümü 3 ila 6 metre arasında değişen ve güneydoğuya bakan, büyük, çoğunlukla T şeklinde, kireçtaşı sütunlarla süslenmiştir. Kireçtaşı döşemeleri, tepenin 100 metre yakınında bulunan ana kaya çukurlarından taşlanmış ve Neolitik işçiler ana kayayı oymak için çakmaktaşı kullanılmıştır. Her bir dairenin merkezinde iki sütun bulunur ve muhtemelen bir tavanı desteklemeye yardım eder ve sekize kadar sütunlar odaların duvarları çevresinde eşit olarak yerleştirilir. Sütunlar arasındaki boşluklar işlenmemiş taşla kaplıdır ve duvarın kenarlarındaki her bir sütun takımı arasında taş banklar vardır.

Sütunların çoğu oyulmuş hayvan kabartmaları ve aslanlar, boğalar, yaban domuzu, tilkiler, ceylanlar, eşekler, yılanlar ve diğer sürüngenler gibi soyut esrarengiz piktogramlarla, karıncalar ve akrepler, örümcekler ve vinçler ve kuşlar gibi böcekler ile dekore edilmiştir. akbabalar. En son kazı sezonunda, arkeologlar bir insan heykelini ve bir akbaba başı ve bir domuzun heykellerini ortaya çıkardılar. Arkeologlar, bu T-şekillerini stilize edilmiş insanlar olarak yorumluyorlar, çünkü esas olarak bazı sütunlarda görünen insan ekstremitelerinin tasviridir. Göbeklitepe'de az sayıda insansı figürü su yüzüne çıkmış, ancak Schmidt'in Neolitik Kuzey Afrika'da bulunan Venüs accueillante figürlerine benzeyen çömelmiş bir pozisyonda ve alçak kabartmada bulunan akbabalarla kaplanmış bir ceset figürüne benzeyen çömelmiş pozisyonda çıplak bir kadının oyulmasını içermektedir.

İslam Öncesi Ve Sonrası Türk Dil Edebiyatı


Türk dil ve edebiyatı, Ural-Altay dil ailesinin Altay dönemine aittir. Tarih boyunca, Türkler kendi dillerini de alarak geniş bir coğrafi alana yayılmışlardır. Türkçe konuşan insanlar bugünün Moğolistan'ından Karadeniz'in kuzey kıyılarına, Balkanlar'a, Doğu Avrupa'ya, Anadolu'ya, Irak'a ve kuzey Afrika'nın geniş bir bölgesine uzanan geniş bir alanda yaşadılar. İlgili mesafeler nedeniyle, çeşitli lehçeler ve aksanlar ortaya çıkmıştır. Dilin tarihi üç ana gruba ayrılır: eski Türkçe (7. ile 13. yüzyıllar arası), Orta-Türk (13. ile 20. yüzyıllar arasında) ve 20. yüzyıldan itibaren yeni Türkçe. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Arapça ve Farsça kelimeler Türkçeyi istila etti ve sonuç olarak üç farklı dille karıştırıldı.

Hemen ardından “yeni dil” hareketi vardı. 1928'de Cumhuriyetin ilanından beş yıl sonra, Arap alfabesi Latin alfabesiyle değiştirildi, bu da yabancı kelimelerin dilinden kurtulma hareketini hızlandırdı. Türk Dil Enstitüsü, dil bilimsel araştırma yapmak ve dilin doğal gelişimine katkıda bulunmak amacıyla 1932 yılında kurulmuştur. Bu çabaların sonucu olarak, modern Türkçe, doğal olarak gelişen ve yabancı etkilerden arınmış, edebi ve kültürel bir dildir. Türk Edebiyatı tarihi, Türk medeniyetinin tarihini aşağıdaki gibi yansıtarak üç döneme ayrılabilir: İslam'ın kabul edilmesine kadar geçen süre, İslam dönemi ve batı etkisi altındaki dönem.

İslam Öncesi Türk Dil Edebiyatı

Türk edebiyatı, Türk milletinin ortak ürünü idi ve çoğunlukla sözeldi. Türk yazılarının bilinen en eski örnekleri, 7. yüzyılın sonları ve 8. yüzyılın başlarından itibaren bulunmuştur. 720'de Tonyukuk'a, 732'ye Kültigin'e ve 735'e Bilge Kağan'a yazılan Orhun anıtsal yazıları, Türk edebiyatının konusu ve mükemmel tarzıyla başyapıtlarıdır. Bu dönemlerden kalma Türk destanları Yaratılış, Saka, Oğuz-Kağan, Göktürk, Uygur ve Manas'dır. 14. yüzyılda yazılı olarak yazılmış "Dede Korkut Kitabı", bu destansı dönemin anısını güzel bir dilde koruyan son derece değerli bir eserdir.

İslam Sonrası Türk Dil Edebiyatı

1071’de Malazgirt zaferinin ardından Türk’ün Anadolu’ya göçlerini takiben, Anadolu’da çeşitli Beylik’lerin kurulması ve sonunda Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulması, Türk edebiyatının iki ayrı hat boyunca “divan” ile gelişmesi için bir sahne hazırladı. Arapça ve Farsça dillerinden ilham alan klasik edebiyat ve Türk halk edebiyatı, Orta Asya geleneklerinde hala köklü bir şekilde kalmaktadır. Divan şairlerinin bağımsız felsefeleri yoktu, aynı fikirleri farklı şekillerde ifade etmekten memnundular. Şairin görkemi, sanatçılığından özgün ve güzel ifade biçimleri bulmaktan geldi. Divan şairlerinin en ünlüsü Baki, Fuzuli, Nedim ve Nef'i olmuştur. 

Başlangıçta iki yabancı edebiyat geleneğine (Arap ve Farsça) dayanan edebiyat, zaman zaman sadece taklit ediciyi bıraktı ve Osmanlı ulusal özelliklerini ele aldı. Bir dereceye kadar günümüze kadar ulaşmış olan Türk halk edebiyatı, İslam'ın etkisini ve İslam'ın kabul edilmesinden sonra Orta Asya'nın geleneksel edebiyatının yeni yaşam tarzını ve biçimini yansıtıyor. Türk halk edebiyatı, anıtsal şiir şiirleri ve Tekke (mistik dini eserler) edebiyatından oluşuyordu. 13. yüzyılın ikinci yarısında ve 14. yüzyılın başlarında yaşayan Yunus Emre, divan şiirinin yanı sıra her üç halk edebiyatı alanında da şair ve tasavvuf (mistik filozof) uzmanı yapan bir dönemdi. Şiirsel edebiyatın önemli isimleri Karacaoğlan, Atik Ömer, Erzurumlu Emrah ve Kayserili Seyrani'dir.

Kaynak: Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı

Truva Tarihi

tarihi truva kenti

Homer'in epik şiirinde anlattığı Truva Savaşı bölgesi olarak bilinen antik kenti İlyada , 1998 yılında Dünya Mirası Listesi'nde yazılıydı. M.Ö. 4. yüzyıla kadar uzanıyor. Çanakkale ili sınırları içinde eski İda Dağı. Dünyanın en ünlü arkeolojik alanlarından biridir.

Truva, ilk olarak Homer'in epik şiirinde , Troya Savaşı'nın antik bölgesi olarak tanımlandığı İlyada anılmıştır . Trojan Efsanesi'ne göre, deniz tanrıçası Tethys ve Atlantik Denizi'nin titanı Oceanus'un Electra adında bir kızı vardı. Electra, Zeus'un karısı olacak ve Dardanus'u doğuracaktı. Dardanus'un oğlu Tros, Truad adında bir şehri, oğlu Ilus ise Truva şehrini bulacaktı. Truva Savaşı'na yol açan rezil güzellik yarışmasının alanı İda Dağı'na yakındı. Yarışmanın üç güzeli Hera, Athena ve Afrodit idi ve Paris yargıçtı. Paris, Afrodit'i seçti, Afrodit, Paris'e Sparta kralının karısı Helen'e sevgisini vaat etti. Paris, Helen'i kaçırdı ve savaşı kışkırtarak onu Truva'ya götürdü.



Truva 9 arkeolojik katmana sahip olduğu bilinmektedir ve bugüne kadar çeşitli kurumlarda ev temelleri, tiyatrolar, hamam evleri, bir kanalizasyon sistemi ve çeşitli eserler bulunmuştur. Truva'daki kazılara göre, şehir tarihinde birçok kez kuruldu ve yıkıldı. Sonuç olarak, 1-9 ile işaretlenmiş yerleşim katmanları aynı anda enine kesitlerde görülebilir. Truva atları, Herakleid hanedanının Sardis sattıklarının yerini aldı ve Lidya Kralı Candaules'ın saltanatına kadar (M.Ö. 735-718) 505 yıl boyunca Anadolu'yu yönetti. Arkeolog Schliemann'ın 1871'de başlayan kazılarında, 9 antik kent ve 42 konut kalıntısı ortaya çıkarılmış ve bu kazılarda Truva'nın hazinesi de bulunmuştur.

Assos Tarihi

Assos ve behramkale tarihi

Assos veya Behramkale, Türkiye'nin Çanakkale ilinin Ayvacık ilçesinde bulunan küçük fakat zengin bir kasabadır. Assos'un ilk Tunç Çağı'nda oturduğunu gösteren bazı kanıtlar vardır. Antik kaynaklara göre, Assos 7'de Midilli Adası Methymians tarafından kurulmuştur.

Klasik dönemde Assos Lidya ve Fars kontrolü altındaydı. MÖ 300 yılında Eubolos ve daha sonra onun kölesi Hermeias tarafından yönetildi. Platon'un öğrencisi olan Hermeias, Aristoteles'i ve Atina'dan Aristoteles, Xenokrates, Erastus, Coriscus ve Theophrastus gibi diğer filozofları davet etti; MÖ 347'de Assos'ta bir akademi kurdu. Aristo, Hermeias'ın yeğeni Phthias ile evlendi ve Assos'ta üç yıl yaşadı. Bu kısa sürede, Aristoteles bir Mantıksal Düşünce Okulu açtı.

Assos'un altın çağı Perslerin gelişiyle aniden sona erdi. Şehir, M.Ö. 334'te Makedon Kralı Büyük İskender tarafından ele geçirildi ve kenti M.Ö. 241-133'te Pergamon yönetimi altına aldı. Bergama kontrolünü kaybettikten sonra, şehir Roma İmparatorluğu'na girdi. Assos daha sonra MS 395'te başlayarak Bizans tarafından yönetildi. Şehir 14 yılı başında bir Osmanlı kenti olmuş inci yüzyılda.



Bölgenin kültürel zenginliği, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra korunmaya başlamıştır. Romalılar kalıntıları geride bırakırken, en önemli arkeolojik sit alanları Helenistik dönemden önce inşa edildi. Arkaik Dönem'de inşa edilen Athena MÖ (M.Ö 540-530), çift şehir surları tarafından savunulan Assos akropolünün tepesinde görülebilir. Bu tapınak, Anadolu'daki Dor düzenindeki tek örnektir. Kısa kenarlarda 6, dışarıda binayı tek sıra halinde çevreleyen uzun kenarlarda 13 sütun vardır. Tiyatro kalıntıları Akropolis'te de görülebilir.
Tem Elektromekanik

Andromeda Galaksisi Büyük Bir Tehdit Mi?

Andromeda'nın büyük olasılıkla son birkaç milyar yıl içinde birkaç yıldız gök ada yediğini ve büyük yıldız akışlarında kalanlar olduğunu buldu.

en büyük galaksiler


Çalışmayı Sydney Üniversitesi'nden Profesör Geraint Lewis ile birlikte yürüten ANU araştırmacısı Dr. Dougal Mackey, uluslararası araştırma ekibinin Andromeda'nın daha önce, belki de 10 milyar kadar geriye yuvarladığı daha küçük galaksilerin çok hafif izlerini bulduğunu söyledi. ilk biçimlendiği yıllardı. Samanyolu, Andromeda ile yaklaşık dört milyar yıl süren bir çarpışma rotasında. Öyleyse galaksimizin ne tür bir canavara dayandığını bilmek Samanyolu'nun nihai kaderini bulmakta faydalı oluyor” dedi. Astronomi ve Astrofizik  Andromeda, Samanyolu'ndan çok daha büyük ve daha karmaşık bir yıldız halkaya sahip ve bu da daha büyük olan galaksileri ya da muhtemelen daha büyük olanları yok ettiğini gösteriyor dedi.

Antik ziyafetin işaretleri, Andromeda yörüngesindeki yıldızlara, eski yok ediş zamanlarını ortaya çıkarmak için küresel kümeler olarak bilinen yoğun yıldız gruplarını inceleyen ekiple yazılmıştır. Dr. Mackey, "Bu küçük gök adaların soluk kalıntılarını gömülü yıldız kümeleriyle izleyerek, Andromeda'nın onları içine çektiği ve nihayetinde farklı zamanlarda saran yolu yeniden yarattık. Keşif, iki farklı galaktik beslenme kaynağının tamamen farklı yönlerden gelmesiyle birlikte birçok yeni gizem sunuyor. Sidney Astronomi Enstitüsü ve Sidney Fizik Okulu'ndan Profesör Lewis, "Bu çok garip ve ekstragalaktik öğünlerin evreni bağlayan maddenin 'kozmik ağı' olarak bilinen şeyden beslendiğini öne sürüyor. Daha da şaşırtıcı olan keşif ise antik beslenmenin yönünün, Andromeda yörüngesinde yörüngedeki cüce gök adaların beklenmedik bir hizalaması olan tuhaf“ uydular düzlemi ile aynı olduğunun keşfedilmesi olmuştur.



Daha önce bu türlerin kırılgan olduğunu ve birkaç milyar yıl içinde Andromeda'nın yerçekimi tarafından hızla tahrip edildiğini keşfeden bir ekibin parçasıydı. Bu galaksinin genç olması gerektiği için gizemi derinleştiriyor, ancak eski cüce gök adalarının beslenmesiyle uyumlu görünüyor. Belki de bu kozmik ağ nedeniyle içinden çıkılamaz bir hal aldığı biliniyor.

Dünya'nın karbonunu depoladığı yerler

İşte Dünya'nın Karbonu Depolama Yolları

İnsan kaynaklı karbon kirliliği dünyamızın olumsuz etkilemekte ve tropik mercanların ağartılmasından kutup buzullarının erimesine kadar küresel iklimde büyük hasara yol açıyor. Ancak, Dünya okyanuslarında ve atmosferindeki karbon miktarı gezegenin engin karbon rezervuarlarının yüzeyini tekrar oluşturmaya çalışıyor.

Dünyamızda son on yılda, uluslararası Deep Carbon Observatory'ye bağlı araştırmacılar, Dünya'nın karbonunu nerede tuttuğu ve gezegenin genelinde karbonun nasıl dönüştüğü konusunda envanterini çıkardılar. Her ne kadar Dünya'nın karbon döngüsü, yeraltındaki en ufak karbon parçasının dışında kalan her şeyi elinde tutsa da, asteroit etkileri ve büyük volkanik püskürmeler bazen atmosfere felaket miktarda karbon saldı.
dünyada nerelerde karbon üretilir


Bu seninin ekim ayında Elements’te yayınlanan bir dizi makalede belirtilen bu tarihi olumsuzlukları araştırmak, günümüzde yaygın karbon kirliliğinin sonuçlarına dair bir fikir verebileceği açıklandı. Yeryüzünün yukarısında yaklaşık 43.500 milyar mt karbon bulunur. Dünya'nın manto ve kabuğunda stoklanan 1.845 milyar milyar ton ile karşılaştırıldığında. Fayetteville'deki Arkansas Üniversitesi'nden Derin Karbon Gözlemevi jeolog Celina Suarez, “Dünya'nın çekirdeğinin karbon içeriği hakkındaki tahminler bulanık, ancak“ çekirdek karbon oldukça kilitlendi ”diyor. Öte yandan manto karbonu, yanardağlardan ve okyanusun ortasındaki sırtlardan sürekli olarak kaçar ve tektonik plakaların altından aşağıya doğru çöktüğünü keşfettik diyor.

Dünya tarihinin farklı zamanlarından kayanın içindeki karbon analizleri, Dünya'nın dengeli karbon bütçesini ciddi şekilde arttıran olayları ortaya koydu. Bu felaketler arasında, yaklaşık 66 milyon yıl önce dinozorları yok ettiği düşünülen Chicxulub asteroid grevi vardı. Bu etki karbon zengini kayayı buharlaştırarak yüzlerce milyar ton karbondioksiti atmosfere bıraktı sonuç olarak bu şekilde devam edersek çok kısa zamanda sonumuzun yakın olduğunu vurgulayabilirim.

Erkekler Milattan Önce Nasıl Traş Olurdu?

nasıl traş olunur

Arkeologların araştırmalarına göre erkekler milattan önceki zamanlarda da traş olurlarmış. Mağaralarda bulunan kalıntı ve çizimlerden yola çıkarak kabuklar, köpek balığı dişleri ve bilemiş çakmak taşlarının kullanıldığı belirlendi. Özellikle günümüzde keşfedilen ilkel kabilelerde traş olmak için çakmak taşlarının kullanıldığı kesinleşti.

köpek balığı nerelerde bulunur


Mısırda açılan bir çok mezarda eski mısır döneminde sakallarını kesmek için altın ve bakır aletler bulunmuştur. "zenginliğe bak altınla traş olmak :) " Milattan sonra ilk 14 yüzyılda şimdikine benzeyen ustura ve benzeri ilkel aletler üretilmeye başlanmıştır. Ancak en acılı ve kanlı traş olma deneyimini bu dönemde gerçekleşti. 20. yüzyılın başında ilk jilet gillette markası ile Amerika'da 1901 yılında icat edildi. Hemen ardından eski kılıç üreten bir şirket kılıç üretmeyi bırakıp jilet üretmeye başladı ve günümüzde bu iki şirket jilet ve traş bıçağı üzerinde bir numara olmaya devam etmektedir.

İhtiyarlık Nedir, Ne Zaman İhtiyarlamış Oluruz?

insanlar neden yaşlanır?

İhtiyarlık kaç yaşında başlar her zaman merak edilen bir konu olmuştur. Bir kaç örnek vermek gerekirse Kristof Kolmb Amerikayı keşfettiğinde yaşı 50 üzeriydi. Pasteur ise kuduz aşısını bulduğun 60 yaşındaydı. Buradan anladığımız hiç biri yaşına inanarak biz ihtiyarladık diyerek hayattan vazgeçmemişler. Hiç kimse fazla yaşamış olmakla ve yaşının verdiği psikolojik durum ile yaşlanmış yani ihtiyarlamış olmaz. İnsanları ihtiyarlatan, ideallerinin ve amaçlarının yitip tükenmesidir. Geçip giden yıllar bedenimizde belli izler bırakabilir. Cildimiz buruşa bilir yada görüntümüz değişebilir ancak heyecanımızı yitirmek ruhumuzu buruşturur işte biz o zaman yaşlanmaya başlıyoruz demektir.

insanlar neden yaşlanır ve ihtiyarlar


İnsanların en büyük yanılgısı yaşadıkça yaşlandıklarına inanmasıdır. Ancak bu durum öyle değil yaşamadıkça yaşlanacakları hiç akıllarına gelmez. Gençliğe vurgu yapmak gerekirse, gençlik hayatın belli bir çağı ile ilgili değildir. İnsan, kendine olan güveni derecesinde genç, şüphe derecesinde de yaşlıdır. Burada sır insan yaşlanmaya karar verdiği an itibari ile yaşlıdır. Geniş bakış açısına ve yenilikçi insanlar asla yaşlanmazlar. William Gladstone; Yaşlanmak bir dağa tırmanmak gibidir. Çıktıkça yorgunluğunuz artar, nefesiniz daralır ama görüş alanınız genişler. Beynimiz yeni tecrübeler keşfettiği sürece insan genç sayılır.

Arılar Neden Altıgen Petekler İnşa Ederler?

arıların bal kovanı

Arılar bizler için ve hayatın devamı için en önemli canlılardır. Peki neden arılar sekizgen, dikdörtgen ve üçgen gibi diğer algoritmaları kullanmazlar. İşte bunu merak eden matematikçiler konu hakkında detaylı bir araştırma yaparlar. Araştırmanın sonuçları epeyce ilginç ve akıllıca bir neden taşımaktadır.

Arı, bulunduğu alanın maksimum alanı kullana bilmek için en uygun olan altıgen geometri şeklini tercih eder. Altıgen, hücre en yüksek seviyede bal depolarken diğer hiç bir geometri şekil bu bal seviyesine ulaşamaz. Diğer bir nedeni ise bal kovanının inşası için en az bal mumu gerektirir. Bu durumda arılar en uygun şekilde kovanlarını inşa ederler.

Sümerler Ve Türklük


Sümerler M.Ö 3500 - 2000 yılları arasında Mezopotamya'da yaşamış bir topluluktur. Sümerler medeniyetin kurucuları olarak da bilinir.Sanata ve ilime çok önem vermişlerdir ve en önemli olarak yazıyı icat etmişlerdir. Sümerleri birçok ırk sahiplenmeye çalışır ve soylarının oraya dayandığını söylerler. Peki ya Sümerler Türk müdür ? Yoksa bizde Sümerleri sahiplenmeye çalışan ırklardan birisi miyiz ?

Bildiğiniz üzere Atatürk Türk tarihine çok önem vermiştir ve onun önderliğinde yapılan Türk tarih tezi çalışmalarında Sümerlerin bizle kan akrabalığı olduğu ortaya çıkmıştır.

Ek olarak zaten Sümerlerle dil akrabalığına olabileceğini düşündüğüm ve bazı benzeyen kelimelere inceleyelim.


  • Gadun - Hatun
  • Ginç - Genç
  • Anu - Ana
  • Rakibu - Rakip
  • Batu - Batı ( Batu adıda burdan gelmektedir zaten )
  • Karra - Kara


Tarihe Hükmeden Şehir; Çanakkale




 Çanakkale, eski çağlarda HELLESPONTOS ve DARDANEL olarak anılan Çanakkale M.Ö. 3000 yılından beri yerleşim alanı olarak bir çok tarihi olaya tanıklık ederek günümüze kadar ayakta duran efsane şehirdir. Çanakkale'nin en büyük tarihi oluşum nedeni, Çanakkale boğazının olması ve boğazın  Anadolu ile Avrupa ve Akdeniz ile Karadeniz arasındaki bağlantıyı sağlayan iki geçit bölgesinden birisi olması büyük etken oluşturmuştur.

 Yörede ve şehir içerisinde yaşayan topluluklara ekonomik ve askeri üstünlük sağlamış, onlar da uygarlık alanındahızlı bir ilerleme kaydetmişlerdir. Ancak bu durum bir çok başka uygarlık tarafından rahatsız edici bir güç olarak görülmüş, yöreyi çeşitli göç ve istila hareketlerinin hedefi haline getirmiştir. Çanakkale sadece savaşlar ile değil farklı bölgelerden gelen yağmacılar tarafından da çok sıkıntılar çelmiştir.

Çanakkale Karanlık Dönemi

  Çanakkale'de karanlık dönem başlangıcı M.Ö. 1200'lerde kuzeyden gelen "Deniz Kavimleri"nin göçü ile bölgede ve Anadolu'da yazılı tarih açısından karanlık dönemin ilk başlama nedeni olmuştur. Bölge  Lydia Krallığı'nın egemenliğine girmiş ve hemen ardından da Perslerin gelmesiyle tabiri caizse kaos yaşanmaya başlanmıştır. Çok geçmeden Pers'ler ile Spartalılar ile yapılan Kral barışı anlaşması ile bölgeye Persler tamamen hakim olmuşlardır. Ancak Çanakkale bu gibi ağır olumsuzlukları daha atlatamamışken hemn ardından Makedonlar, Bergama Krallığı, Galat saldırıları başlamıştır. Anlayacağınız bir ufo'lar kalmış Çanakkale'ye hucum etmeyen dersek yanlış söylemiş olmam. :))



  Bir dönem karışık bir dönem geçiren Çanakkale, Roma tarafından alınarak tam hüküm sahibi olmuştur. Bu dönem Osmanlı hükümdarlığının kuruluşunun başlangıç tarihine denk gelmektedir. Osmanlıların Akdeniz'de egemenlik kurma istekleri, onları Balkan Yanmadası'ndaki fetihlere, Gelibolu ve yöresinden başlamaya yöneltmiştir. Gelibolu'da bir tersanenin kurulmasıyla birlikte Çanakkale'deki Osmanlı egemenliği daha da artmıştır.

Atatürk'ün Ezana Olan İman Anlayışı


Atatürk'ün Ezana Olan İman Anlayışı Nasıldır


Dolmabahçe önünde demir atmış olan Savarona nın güvertesinde hasır koltuğunda güneşin batışını seyrediyordu. Ufuk minarelerin arkasında kıpkızıl bir renk almıştı. İstanbul camileriyle ateşten bir fona yaslanmış gibiydi. Füreya, Atatürk e son okuduğu kitabı getirmiş yanı başında oturtuyordu. Söyler misiniz bana bir Münir çalsınlar dedi Atatürk. Yaveri koşup gramofona bir taş plak koydu. Az sonra minarelerin birinde yanık sesli bir müezzinin ezanı duyuldu. Atatürk başıyla işaret verdi. Plağı susturdular. Hepsi huşu içinde ezanı dinlediler. Füreya başını öteye camilerden yana çevirmiş olan Ata nın göz pınarlarında yaşların biriktiğini gördü. Bir damla süzülmüş yanağından aşağı akıyordu. Atatürk uzun müddet yanındakilere doğru dönmedi. Nihayet başını çevirdiğinde hem ezan bitmişti hem o kendini toparlamıştı. Ne yazık ki ezanı tekrar ettirmemize imkan yok Füreyanım dedi yumuşak bir sesle. Sabah ezanını bekler hep birlikte dinleriz Paşam dedi Füreya.

Atatürk'ün Ezana Olan İman Anlayışı 
Seo

Ekselansları acaba Bulgaristan'a harp mi ilân ettiniz?


19 Mayıs 1934 yılında bir darbe yapan Bulgar Ordusu, kurdurduğu geçici hükümet sayesinde Hitler Almanyası'nın safında yerini almış, Bulgaristan Türkleri arasında yaygınlaşan "Turan Gençlik ve Spor Cemiyetleri Birliği'ne karşı polis takibatına geçip işkence ile öldürmeler çoğalmıştı. Ayrıca Bulgar köylerinden teşkil ettikleri çetelerle toplu katliama başlamak üzereyken, Türk istihbaratı bu haberi Atatürk'e iletir.

Atatürk de, o sıralarda Trakya'da askerî tatbikat yapmakta olan 3. Ordu Komutanı Salih Omurtak Paşa'ya, biraz Bulgar sınırını ihlâl ederek Bulgarlar'a gözdağı vermesi konusunda talimat verir. Yağmurlu bir gecede akşamdan Bulgar sınırını sapa bir yerden geçen askerimizin öncü birlikleri, sabah ortalık aydınlandığında Filibe yakınındaki Hacıilyas (Pırvomay) kasabasına varmışlardır. Önce kendi askerleri sanan Bulgarlar, hava iyice aydınlanınca, Filibe'ye doğru ilerleyen birliklerin Türk askeri olduğunu fark etmişler ve olay Bulgar kralına iletilmiş.

Telefona sarılan Kral III. Boris, Atatürk'le yaptığı görüşmede, "Ekselansları acaba Bulgaristan'a harp mi ilân ettiniz?" diye sorar telâşla. Atatürk, "Neden böyle bir şey yapalım ki!" deyince, Kral Boris:'Askerleriniz Filibe önlerinde ve Sofya yönünde ilerliyorlar!" diye cevap vermiş. Atatürk "Yolu şaşırmışlardır, Kral Hazretleri, şimdi olayı tetkik eder, Haşmetmeaplarına malûmat arz ederim" diyerek teselli etmiş ve Salih Omurtak Paşa'ya: "Maksat hâsıl olmuştur, geri dönün", talimatı gönderilmiştir. Bu gözdağı üzerine, Kral hemen duruma el koymuş ve kitle halinde yapılması plânlanan Türk katliamı da durdurulmuştur.

O zamanki Turancı liderlerden, cemiyetin Genel Başkanı Varnalı Ömer Kâşif Bey'den, Bulgaristan'da bu olay için Bulgar köylerinden ırkçı "Rodna Zaştita" (Vatan Savunması) çetelerinin hazırlandığını ve her Türk köyünün katliamı için büyük hendekler kazıldığını dinlemiştim. Salih Omurtak Paşa olayını da bizzat bu orduda albay olarak görev yapan ve öncü birliklerde yer alan, yazar Emine Işınsu’nun babası merhum Tümgeneral Aziz Zorlutuna (eşi merhume şaire Halide Nusret Zorlutuna idi) Paşa'dan dinlemiştim." (Sunuş bölümü syf.26-27)

Atatürk'ün Filistin Hakkındaki Açıklaması (Belge Mevcuttur)


Olayı anlatmak gerekirse; 1929 yılından itibaren yükselen Alman Faşizmi münasebetiyle yüzbinlerce Yahudi Filistin'e göç etmiş, bu göçlerle çatışmalar meydana gelmiş, ortaya çıkan bu keşmekeş batı tarafından Yahudi yanlısı bir politika gütmesine ön ayak olmuştu. Artan çatışmalarla kitleler halinde Filistin'e yerleşen Yahudiler, satın aldıkları arsa, ev ve gayrimenkullerle özellikle kutsal bölgelere yerleşiyor, Nazi Soykırımını bir fırsata dönüştürmek gayretiyle ileride kendilerine tanınması muhtemel bir özel statu için özellikle Kudüs'ü hedef alıyorlardı.

İlerleyen yıllarda Yahudiler burada kurmak istedikleri devletin ön hazırlıklarını yapmaya başlamış, batı da bu teşebbüse destek verebileceğini, hatta askeri bir müdahalenin gerekebileceğini mevzu bahis ediyorlardı.

Mustafa Kemal Atatürk, hastalığı münasebetiyle siyaset ile yeteri kadar ilgilenemiyor olsa da bu gelişmeleri yakından takip ediyordu. Hakimiyeti Milliye mecmuası vasıtasıyla uluslararası camiaya seslenen Atatürk, Filistin'de mukim bulunan Araplar üzerine yapılacak bir tecavüzü kabullenmeyeceğini açık ve net ifadelerle beyan ediyor.


Açıklama şu şekildedir;

"Arapların arasında mevcud olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa bir kaç sene Araplardan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kafi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyetin mukaddes yerlerini musevilerin ve Hristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve islamiyete lakayt olmakla ittiham edildik. Fakat bu ittihamlara rağmen peygamberin son arzusunu yani, mukaddes toprakların daima İslam hakimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeğe hazırız. Cedlerimizin, Selahaddin'in idaresi altında, uğrunda Hristiyanlarla mücadele ettikleri topraklarda yabancı hakimiyet ve nüfuzunun tahtında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allahın inayeti ve kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam aleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur."
kaynak;27 Temmuz 1937 - Hakimiyeti Milliye Mecmuası